Sarı Oyalı Yazma
23 Temmuz 2017, 20.53 A- A+Bazen bir mezara, bazen bir yıldıza bakıp kalıyorum.
Gülerken bile gözünden akmaya hazır bekleyen gözyaşlarını biliyorum ben, sıcacık ellerinin şifalı hafifliğini, sarıldığında gittiğim cennet bahçelerini ama sensizliği bilmiyorum işte!
Hala fotoğraflarına bakamıyorum, ağlamadan senden bahsedemiyor hatta anımsayamıyorum bile...
Oysa mermer bir sütun gibi metanetle gelmiştim yanına, ağlayıp zırlamayacaktım, hatta yarım asır hasretini çektiğin sevdiğine kavuştuğun için sevinecektim ama tam da teninin soğuğunu duyunca indiriyormuş okkalı tokadını ayrılık, kefen biçilirken hıçkırıklara boğuluyormuş insan, öyle düzgün veda cümleleri kuramıyormuş...
Çocukluğumda yaptığım gibi, sandığındaki tavus kuşu resmine bakarak mutlu hayallere kaçmayı denedim çok kez ama o tavus kuşunu bir türlü zihnimde canlandıramadım. Hani seninle köy evindeki o taş gibi yastıklarda yatarken tavanda koşuşturan farelerin tıkırtılarını duyardık, az önce onu hatırladım. Keşke dedim 'korkuyorum' bahanesiyle falan daha çok sarılsaymışım sana. Yüzünü en kötü ihtimalle fotoğraflarında görürüm de ya sesini unutursam ileride?
Çamurlu dizlerimi de götürdün giderken, gelincikleri, ateş böceklerini, badem ağaçlarını...
Sen beyaz sabun kokususun, kahve telvesi, soğuk kola, hindistan cevizli çikolata, bulgur pilavı, çılbır, sen her şeysin, her yerdesin. Nereye dönsem burun sızısı, yokluğundan nasıl kaçacağım?
Dün sabah bir türkü musallat oldu zihnime, hıçkıra hıçkıra ağladım. Kaçtığım ne kadar anı varsa gözümün önünde beliriverdi, bir anda gasilhanede buldum kendimi, soğuk yüzüne dokundum bir kez daha, yeniden kefeninin biçilmesini izledim ağlaya ağlaya...
Yüzleşme böyle mi oluyormuş? Ne fenaymış, ne çok acıtıyormuş!
Pencereden bakayım dedim, karşıdaki erik ağacının dallarında serçeler oynaşıyor, eşek kadar olmuş yavrularını besliyorlar harıl harıl... Yuvasından düşen yavru serçe bulmuştuk da beslemeye çalışmıştık ya seninle, hani dudaklarımızı büzüp gıcırtı gibi bir ses çıkarttığımızda ağzını sonuna kadar açıp heyecanla sallanarak yem istiyordu. Beslemek güzeldi de uçmayı öğretmek ne zor olmuştu, değil mi?
Başına musallat ettiğim hindi civcivlerini hatırlar mısın peki? Osman ve Pakize, nasıl da başına bela olmuşlardı, nereye gitsen peşinden gelen iki koca kuş! İkisinin birden glu-glu-glu diye bağırarak ve kanat çırparak peşinden koşmalarını anlatırken gülme krizine girerdin...
Kahve pişirdim kendime, seni koklaya koklaya yudumladım, ağladım, dibindeki telvesini de parmağımla güzelce sıyırdım. Fotoğraflarına bakmayı da deneyeyim dedim ama yine yapamadım, henüz o kadar ileri gidemiyorum.
Ardından bir cesaret aldım yine kalemi-kağıdı 'ne mezara indirildiğinde ne de üstüne toprak atılırken yandı içim, kefenin biçilirken yandığı kadar' yazdım, devamını getiremedim. Belki günün birinde kağıtları ıslatmadan da yazabilirim seni...
Mezarının tam karşısında kendiliğinden yetişmiş bir hanımeli var bu arada, hanımeli kokusunu içimize çekerek emanet ettik seni toprağa. Çok sevdiğin sarı çiçeklerinden de getirip dikeceğim, merak etme.
Ahhh ahh, böyle avunuluyormuş işte, yavaş yavaş öğreniyorum.
Sonra bir mezarın başında otururken buluyorsun kendini, bir avuç toprak parmak aralarına doluyor, elinde sımsıkı tuttuğun sarı oyalı yazmayı öpüp mezar taşına bağlıyorsun...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış :( Yazık ama blog sahibi senin yorumunu bekliyor olabilir