Özyaşam öyküm-2
27 Aralık 2017, 22.11 A- A+
Özyaşam öyküme kaldığım yerden devam ediyorum:
Ortaokula başladım.Evimiz İslambey caddesi üzerindeydi .Evle okul arasında beş km. kadar bir mesafe vardı. Mahalleden Behçet adında bir çocukla arkadaş olmuştuk. Birlikte gidip geliyorduk.Yol Gaziosmanpaşa'ya çıkılan dik bir yamacın altından başlayıp,Eyüpsultan Camisinin önünden, Eyüp oyuncakçıları ile bir simit fırının arasından geçerek okula ve vapur iskelesine ulaşıyordu.Okul yüksek duvarlarla çevrili bir bahçe içinde iki katlı sarı badanalı eski şirin bir konaktı.Bahçe denizden üzeri sivri demirli bir duvarla ayrılmıştı.
Okula başlayalı iki ay kadar olmuştu ki bir gün öğretemenler bizi alıp Eyüp Verem Savaş Dispanseri'ne muayeneye götürdüler. O yıllarda verem yaygın, bulaşıcı, ölümcül bir hastalıktı. Muayene sonunda bir iki çocukta verem, bende zafiyet saptandı. Yani verem olma riskim vardı. Prevantoryuma yatırılmama karar verildi.Babam çalıştığı, annem de küçük kardeşimle evden ayrılamadığı için beni hastaneye götürmek anneannem Hafize nineme düştü.Anneannem,Allah rahmet eylesin, sofu bir kadındı. Camilerde, evlerde arkadaşlarıyla dini sohbetlere katılır,sık sık Üsküdar'da Sarıgüzel'deki arkadaşlarına giderdi.Yani yolları iyi bilirdi.
Önce vapurla Galata Köprüsü'ne, oradan diğer bir vapula Üsküdar'a geçtik. Üsküdar - Kısıklı tramvayıyla Fıstıkağacı durağına vardık.Yolun karşı tarafında Validebağı vardı. Validebağı, meyve, çam, ceviz ağaçları, bağlarla cennet gibi bir yerdi. Kimbilir hangi padişahın validesinden kalmıştı?Bahçenin girişinde bir bekçi kulübesi,kapıda Maarif Vekaleti Provantorium, Sanatorium yazılı bir levha vardı. Burası Millieğitim Bakanlığı'na aitti. Bekçinin denetiminden sonra bahçeye girdik. Kapıdan girince yolun solunda iki katlı bir konak vardı. Burada kız öğrenciler kalıyordu. Yolun devamında karşıda Balkonunda Mustafa Necati Pavyonu yazan erkeklere ait bina bulunuyordu. Oraya vardık.Anneannem beni bir hemşireye teslim edip sarılıp vedalaştı, uslu durmamı tembih ederek ayrıldı.Melek Hemşire kırk yaşlarında, balık eti, beyaz tenli çok güzel bir kadındı. Özel bir iğne yapma tekniği vardı: Şiringayı baş ve işaret parmaklarıyla sıkıca tutar, önünde eğilmiş vaziyetteki çocuğun poposuna iğneyi hedefe dart atar gibi hızla adar çok çabuk ilacı basıp çeker...tentürdiotlu pamuğu da bastırıp gülerek hafif bir şaplak vurur hadi geçmiş olsun deyip sıradakine geçer.Onlar:Hasta bakıcılar, hemşireler, doktorlar , mesleğini seven, gerçekten, sevecen şefkatli,
yoksul insanların halinden anlayan güzel insanlardı.Prevantoryumda bize çok özen gösteriyor, beslenmemize, tedavimize çok dikkat ediyorlardı. Sabahları, koğuşların önünde boydan boya uzanan balkonlara sıralanmış yataklara; battaniyelere sımsıkı sarınıp yatarak,bir saat hafif müzik eşliğinde temiz çam havası alıyorduk.Sonra güzel bir kahvaltı...
O yıl çok kar yağdı. Hava çok soğuk değildi ama her taraf bembeyaz karla örtülüydü. Çamların dalları kardan yere doğru eğilmişti. 1951 yılının Aralık ayı başından 1952 yılbaşına kadar prevantoryumda kaldım.Yılbaşından sonra tekrar okula başladım. Derslerden geri kalmıştım. Haliyle karnemde bir iki zayıf not vardı.Babam bunu bahane edip " Bunun okumaya niyeti yok " diyerek beni okuldan aldı. Amacı bir işe koyup az da olsa kazandığımla evin geçimine katkıda bulunmamı sağlamaktı. Beni Eyüp'te bir radyocunun yanına çırak verdi. Dükkanın sahibi Kadri abi genç bir adamdı. İyi insandı.Bana hiç sert davranmadı. Görevim kendisi yokken gelen müşterilerin adlarını, ne istediklerini öğrenmek, taksit getiren olursa alıp bir yere not etmekti. Ayrıca dükkanın vitrinin temizliğine bakıyordum.Dükkanın genel temizliği benim işim değildi.Ben sadece patronun masasının, vitrindeki saatlerin, diğer küçük eşyaların tozunu alıyordum. Vitrinin cama yakın ön kısmında, bir kadife kumaş üzerinde, saat, güneş gözlüğü, çakmak vb.gibi küçük eşyalar, Arkada üst üste dizilmiş radyolar, radyoların arkasında da tavana asılı bir bisiklet vardı.Dükkanda yalnızken bisikletin pedalını çeviriyordum. Arka tekerlek fırıl fırıl dönüyor...
Çok hoşuma gidiyor, binmeyi hayal ediyordum. Birgün nasıl olduysa tekerlek radyolardan birine deydi. Radyolar paldır küldür vitrine devrildi. Allah'tan vitrin camı kırılmadı. Diğer eşyalara da bir zarar gelmedi. Radyoları tek tek pirize takıp denedim; çalışıyorlardı...Tozlarını alıp tekrar üst üste dizdim; rahat bir nefes almıştım. Dükkanın bitişiğinde bir çorbacı vardı. Balık köfte falan da yapardı. Patron tembihlemişti: Öğle yemeklerini orada yiyordum. Deli Ziya da orada yiyordu. Öyle lakap olarak değil,Ziya gerçekten deliydi. Sakaydı. Evlere çeşmeden su taşıyordu. Tam bizim dükkanın önünde iki caddenin kesiştiği köşede bir çeşme vardı. Tenekeleri oradan doldururdu. Bir gün dükkanın önünde duvara dayanmış etrafı seyrediyorum. Deli Ziya çeşmeye su doldurmaya geldi. Çeşmenin eski tip musluğu sıkışmış dönmüyor. Ziya yandaki dükkanların birinden bir kiloluk demir dirhemlerden aldı. Onunla vurarak musluğu açmaya çalışıyor. Bir yandan bunu kim sıkıştırmış diyerek söyleniyor sövüyor. Karşı dükkanlardan birinin sahibi de dükkanın önünde durmuş onu izliyor. Ziya " kim sıkıştırmış bunu deyince adam beni gösterip "bu yaptı" dedi. Ziya hiç duraksamadan elindeki kiloluk demir dirhemi bana fırlattı.Demir belki milimetrik farkla geçip duvara çarptı.Ölümüm çocuk yaşta deli Ziya'nın elinden olacaktı neredeyse. Beni gösteren adam acele dükkanına kaçtı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış :( Yazık ama blog sahibi senin yorumunu bekliyor olabilir