Yüzün...
03 Şubat 2018, 06.40 A- A+
Yüz...
Yüzünün, hüzün kıvamındaki seyrine baktığımda, bana ve sana dair noktalanan herhangi bir şey göremiyordum. İçine düşmüşlüğüm de vardı bu yüzün, içinden kendimi sıyırıp almışlığım da... Esasında bir yüzün, yek diğeri için, bir yüz olmaktan çıkıp, içine düşülebilir bir şey halini almış olması; bir yandan huzurlu bir ruha, bir yandan da bilakis hiçbir zaman huzur bulmayacak bir ruha, eşzamanlı olarak işaret ediyordu. Ve bu karmaşa bizzat bendim biliyorsun. Kendimi inkar edemezdim; daha önce ne yaptıysam, yine onu yapacaktım.
Dudağının kenarına iliştirdiğin o eğreti gülüş, sağ gözünün hafifçe kısılmasına neden oluyordu. Yine sağ yanağın bombeleniyor, çenendeki çukur daha bir derinleşerek hafifçe sağa kayıyordu. O sıra aklından geçenleri okumak işten bile değildi benim için. Dillendirmediğinin pandomimi, yüzünün orta yerinde kocaman duruyordu işte.
Yüzü...
Yüzünün beni sevdiğini biliyordum tabii... Ehh, sen de yüzünden ibaret bir şey idiysen, sen de seviyordun haliyle. Bir insanı; sadece bir çift göz, bir çift kulak, bir burun, bir ağıza indirgemek gibi gelebilirdi bu yüz merakım ilk bakışta. Fakat her şey yüzümüze, gözümüze yansımıyor muydu... Esasında düşününce; bir insanın, eğer son imzası atılmış gözleri varsa; o gözler bile olmadan, yüzünün değişik azalarından yansıyan mimikleri, içinde olup bitenleri anlatabilirlerdi pekala.
Bu düşünceyle, gözlerini fazla da ciddiye almamaya karar verdim. Zaten göz dediğinin içersine bir şeyler yerleşir ve asla oradan çıkmazlardı. Bir insanın, en genç halindeki gözleri tamamen ifadesizdi mesela. Yaşanmışlıklara göre şekillenirdi o iki çukurumuzda bir şeyler. Ne yaşamışsak ve ne isek o... Bomboş bakan gözler; ya çok genç birine, ya da sahiden de budala birine ait olabilirdi ancak.
Yaşanan en koyu acı, son imzayı da atardı insanın gözlerine sanıyorum. İşte bu yüzden artık ciddiye almıyordum gözlerini. Çünkü son imza o kadar derindi ki, o derinliğe ulaşacak bir başka hançer söz konusu bile olamazdı. Artık başka bir imza olmayacaktı. Asla değişiklik arz etmeyecek bir sabitlikte olan iki gözün, bu yüz okumada bana rehberlik edemeyeceği de aşikardı.
Dudaklarını daha tam olarak çözememiştim mesela. O kadar küçük bir satıhta işaretler aramak zor oluyordu. Zaten ince bir çizgi halinde olan dudaklarının, halet-i ruhiyene göre şekil değiştiren hallerini somutlaştıramamak, birbirine çok yakın puzzle parçalarını ayırt edememek gibi bir şeydi.
Yüzün...
Esasında; bu işin içinden çıkamayıp, yüzünün çözülemeyen yerleri arasında kayboluşlarım; tam da içinde olmayı arzu ettiğim labirentin sokaklarıydı. Çünkü savaşmadan kazanmak; sıradan, rutin, sıkıcıydı ve sözlerin dahiliyetindeki emeksiz zafer, neredeyse mutlağa yakındı benim için.
Sözleri hayatımdan çıkarıp; insanları dinlesem de, söylediklerine pek kulak asmıyor olmam bu yüzdendi zaten. Artık keşfetmiştim: Sözler; sahibinin zeka ve yetkinliğine göre, karşısındakine "her şeyi yaptırabilir" veya "hiçbir şeyi yaptıramaz" kılan fazlaca güçlü şeylerdi. İnsanın, sözüyle yalan söylemesi doğaldı da; kaç kişi yüzüyle yalan söyleyebilirdi ki...
Neyse...
Velhasıl; aslolan yüzdü. Şimdilik çok aşıktım yüzünün çözülemeyen yerlerine. Fakat; tamamı, tarafımdan çözülüp bittiğinde, sen de bitecektin. Sonrasında; sen de, bu aşkın ötesi berisi de, hiç mi hiç umrumda olmayacaktı.
Pompei'in korkunç lavlarının gazabına uğrayıp taşlaşan insanlar değildik ki... Gerçi; büyük aşkların ateşi de öyle bir etki yapardı insanlarda. O aşkın sonrasında, aşkıyla bir başına kalmış olan; biraz taşa bozar, griye çalar, sertleşirdi. Ama neticede dönüşür, bir tarafları hep kanayacak olsa da, eski kanına, canına tekrar kavuşurdu.
Veya taştan heykeller de değildik. Ne sen Apollo'nun yüzüne sahiptin, ne ben Dafne'ninkine... O heykel kıpırtısızlığı, sessiz ve sözsüzlükte olabilirdi sadece özlemlediğim. Kayıtsız şartsız çözülemeyecek, çözüp tüketilemeyecek olan bir yüzün mutlak ifadesizliğinde... Yani, asla olamayacak olanda...
İşte bu yüzden... Bu yüzden hiç umrumda olmayacaktı. Yüzün çözülüp bittiğinde, çözülmeye değer yeni bir yüz arıyor olacaktım.
Yüz... Yüzü... Yüzün........... BİTTİ
https://www.youtube.com/watch?v=YZ87d_Wqm9Y
Yüzünün, hüzün kıvamındaki seyrine baktığımda, bana ve sana dair noktalanan herhangi bir şey göremiyordum. İçine düşmüşlüğüm de vardı bu yüzün, içinden kendimi sıyırıp almışlığım da... Esasında bir yüzün, yek diğeri için, bir yüz olmaktan çıkıp, içine düşülebilir bir şey halini almış olması; bir yandan huzurlu bir ruha, bir yandan da bilakis hiçbir zaman huzur bulmayacak bir ruha, eşzamanlı olarak işaret ediyordu. Ve bu karmaşa bizzat bendim biliyorsun. Kendimi inkar edemezdim; daha önce ne yaptıysam, yine onu yapacaktım.
Dudağının kenarına iliştirdiğin o eğreti gülüş, sağ gözünün hafifçe kısılmasına neden oluyordu. Yine sağ yanağın bombeleniyor, çenendeki çukur daha bir derinleşerek hafifçe sağa kayıyordu. O sıra aklından geçenleri okumak işten bile değildi benim için. Dillendirmediğinin pandomimi, yüzünün orta yerinde kocaman duruyordu işte.
Yüzü...
Yüzünün beni sevdiğini biliyordum tabii... Ehh, sen de yüzünden ibaret bir şey idiysen, sen de seviyordun haliyle. Bir insanı; sadece bir çift göz, bir çift kulak, bir burun, bir ağıza indirgemek gibi gelebilirdi bu yüz merakım ilk bakışta. Fakat her şey yüzümüze, gözümüze yansımıyor muydu... Esasında düşününce; bir insanın, eğer son imzası atılmış gözleri varsa; o gözler bile olmadan, yüzünün değişik azalarından yansıyan mimikleri, içinde olup bitenleri anlatabilirlerdi pekala.
Bu düşünceyle, gözlerini fazla da ciddiye almamaya karar verdim. Zaten göz dediğinin içersine bir şeyler yerleşir ve asla oradan çıkmazlardı. Bir insanın, en genç halindeki gözleri tamamen ifadesizdi mesela. Yaşanmışlıklara göre şekillenirdi o iki çukurumuzda bir şeyler. Ne yaşamışsak ve ne isek o... Bomboş bakan gözler; ya çok genç birine, ya da sahiden de budala birine ait olabilirdi ancak.
Yaşanan en koyu acı, son imzayı da atardı insanın gözlerine sanıyorum. İşte bu yüzden artık ciddiye almıyordum gözlerini. Çünkü son imza o kadar derindi ki, o derinliğe ulaşacak bir başka hançer söz konusu bile olamazdı. Artık başka bir imza olmayacaktı. Asla değişiklik arz etmeyecek bir sabitlikte olan iki gözün, bu yüz okumada bana rehberlik edemeyeceği de aşikardı.
Dudaklarını daha tam olarak çözememiştim mesela. O kadar küçük bir satıhta işaretler aramak zor oluyordu. Zaten ince bir çizgi halinde olan dudaklarının, halet-i ruhiyene göre şekil değiştiren hallerini somutlaştıramamak, birbirine çok yakın puzzle parçalarını ayırt edememek gibi bir şeydi.
Yüzün...
Esasında; bu işin içinden çıkamayıp, yüzünün çözülemeyen yerleri arasında kayboluşlarım; tam da içinde olmayı arzu ettiğim labirentin sokaklarıydı. Çünkü savaşmadan kazanmak; sıradan, rutin, sıkıcıydı ve sözlerin dahiliyetindeki emeksiz zafer, neredeyse mutlağa yakındı benim için.
Sözleri hayatımdan çıkarıp; insanları dinlesem de, söylediklerine pek kulak asmıyor olmam bu yüzdendi zaten. Artık keşfetmiştim: Sözler; sahibinin zeka ve yetkinliğine göre, karşısındakine "her şeyi yaptırabilir" veya "hiçbir şeyi yaptıramaz" kılan fazlaca güçlü şeylerdi. İnsanın, sözüyle yalan söylemesi doğaldı da; kaç kişi yüzüyle yalan söyleyebilirdi ki...
Neyse...
Velhasıl; aslolan yüzdü. Şimdilik çok aşıktım yüzünün çözülemeyen yerlerine. Fakat; tamamı, tarafımdan çözülüp bittiğinde, sen de bitecektin. Sonrasında; sen de, bu aşkın ötesi berisi de, hiç mi hiç umrumda olmayacaktı.
Pompei'in korkunç lavlarının gazabına uğrayıp taşlaşan insanlar değildik ki... Gerçi; büyük aşkların ateşi de öyle bir etki yapardı insanlarda. O aşkın sonrasında, aşkıyla bir başına kalmış olan; biraz taşa bozar, griye çalar, sertleşirdi. Ama neticede dönüşür, bir tarafları hep kanayacak olsa da, eski kanına, canına tekrar kavuşurdu.
Veya taştan heykeller de değildik. Ne sen Apollo'nun yüzüne sahiptin, ne ben Dafne'ninkine... O heykel kıpırtısızlığı, sessiz ve sözsüzlükte olabilirdi sadece özlemlediğim. Kayıtsız şartsız çözülemeyecek, çözüp tüketilemeyecek olan bir yüzün mutlak ifadesizliğinde... Yani, asla olamayacak olanda...
İşte bu yüzden... Bu yüzden hiç umrumda olmayacaktı. Yüzün çözülüp bittiğinde, çözülmeye değer yeni bir yüz arıyor olacaktım.
Yüz... Yüzü... Yüzün........... BİTTİ
https://www.youtube.com/watch?v=YZ87d_Wqm9Y
YORUMLAR
Blue, sen kendin yazmışsın işte. Aşkın yaşanma biçiminin, değişmiş, dönüşmüş olduğundan söz ediyorsun. Artık aşık ya da maşuk yok, aşka aşık olanlar var, demişsin. Bu ifadeler, içinde özlem barındıran bir sitem içeriyor bana kalırsa. Rölatif olduğunu kabul ediyorsan, neden biçimini, süresini filan sorguluyorsun ki?
Yazdıklarıma katılıyor olduğunu anladım tabii. Ayrıldığımız nokta şu: Ben; bu yazdıklarımla, olanı eleştirmiyorum. Sadece; objektif bir gözle, sonsuz aşkın imkansızlığının hikayesini yazdım kendi bakış açımdan. Sen; eski-yeni kıyasına girmişsin. Ona itirazım :) Bak bu yazıyı bir yıl önce yazmıştım ben. Aşağıdaki bölüm de vardı yazının sonunda. Niye umrumda olmayacağını yazdığım kısmın hemen üzerindeydi. Nedense estiler, çıkardım o bölümü. Belki ışık tutar ne demek istediğime dair.
"Esasında onlara biçilen kaderdi bütün aşkların sonu için biçilen kader; iki ayrı etkili, iki ayrı okla vuruluyordu aşıklar. O aşkın sonunda, mutlaka birinden biri kanlar içinde yerde kalıyordu. Tedavülden kalkmış bir aşkın bakiyesi; sadece tek bir kalbin aşk sancısıydı."
Biz insanlar sanıyoruz ki aşkın nihai bir hedefi var ve bitimsizdir. Halbuki bence öyle değil, aşkın doğasına aykırı bu beklentiler. Aşkı yaşayıp bitirirsin, yaşadığın zaman zarfı içersinde de deli gibi mutlu olursun. İlla sonsuz bağlılık filan gerekmiyor ki. Aynı ölçüde ve aynı zamanda birbirlerine aşık olacaklar, aşık kalacaklar, gibi bir durum da yok. Ha sevgiye döner filan başka... Ama o zaman adı da aşk olmuyor onun. Bu gerçeği kabul edemiyoruz nedense. Onun için herkes ağlıyor. Arkada kalan ağlarken, gidenden nefret ediyor. Oysa, o güzel aşkı yaşatan da kendisine, bizzat nefret ettiği. Yani algı bozuk sanki biz insanoğlunda.
İnsan değişti, aşklar da değişti, kabul. Yaşanılandan daha az zevk alınıyor olduğunu kim söyleyebilir ama? Zaten düşününce; iyiyi bilmeyen, yaşadığının kötü olduğunu da bilemez. Herkesin teni ucuz şimdi, sadece tenden ibaret olanlar bile var. Kendini değerli bulmayan birine, karşısındaki neden değer versin? Kadın veya erkek, iki cins için de geçerli bu söylediklerim. Laf dönüp dolanıyor, yine insanın kendisine bağlanıyor. Herkes, kendi ederince aşk yaşıyor Blue, ister bu yüzyılın insanı olsun, ister olmasın... Bunda aşkın da, zamanın da suçu yok.
Antrparantez; ben, dediğin manada kurt muyum bilmiyorum :) Gayet olduğum gibiyim. Terkibi biliyorum sadece. Ki bu, gerektiğinde yaşananı güzelleştiren bir şey, halimden memnunum. Zaten doğaları gereği; kurt ve kuzunun yan yanalık durumu, ancak kuzunun ölü veya potansiyel ölü olması halinde gerçekleşir. Çok sürmez yani, o az süren şeyin ismine de "beslenme ihtiyacı veya doğal döngü" diyoruz. Kurdun kuzuya aşık olup da, onu yemekten vazgeçtiği nerde görülmüş :) Sen başka bir açıdan yaklaşmışsın anlıyorum da, bunlar da benim aklıma geldi şimdi.
Don Juan demeek :) Bak bilmiyordum yazarını, cehalete gel! Benim söylediğim kitabın kahramanı da türevi onun. Ayrı yerlerde kalmak, diye bir şey yok :) Hele hele kavga gürültü hiç yok. Fikir alışverişi bunlar. Ayrıca; " yazılarımı, arada sıradadan daha sık okuma" durumunun devamını dilerim :)
Blue Bey, lütfen siz de yabmayın .d