Bir Kibrit Bir Masal
30 Eylül 2019, 16.07 A- A+
Yine mi, diye öfkeyle kapattı telefonu, yorulmuştu artık bitip tükenmeyen yolculuklardan. Yine bir iş gezisi vardı, yine yetişmesi gereken bir toplantı. Ertesi sabah erkenden yola çıkacaktı. Masasındaki birkaç dosyayı çantasına koyup ofisten aynı öfkeyle çıktı.
Eve gitmek gelmedi içinden, zaman zaman uğradığı balıkçı lokantasına gitti. Ali Dayı her zamanki gibi güler yüzüyle karşıladı yorgun misafirini. Her zaman oturduğu yere, bahçenin en kenarındaki masaya geçti, tuhaf şekilde iyi geliyordu bu salaş mekan bunalan ruhuna.
Yaşlı adam sormuyordu artık ne istersin diye. Biliyordu misafirinin ne istediğini, masaya birkaç meze getirdikten sonra ocağa geçip balıkları tavaya atıyordu.
Esen rüzgarın da etkisiyle biraz olsun hafiflemiş hissetti kendini, Başını gökyüzüne kaldırıp derin bir nefes alıp rüzgarın getirdiği kokuları içine çekti. Uzaklardan bir köy kokusu gelmişti burnuna, çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği en son yıllar önce gittiği bir köyün kokusu.
Zehra, diye seslendi Hatice nine.
--Mete geliyor yarın.
Zehra’nın kara gözleri ışıl ışıl oldu birden. Yazları gelirdi Mete köye, babaannesinin yanına. Ailesiyle büyük şehirde oturuyordu. Hatice nine gitmemişti yanlarına, oğlunun onca ısrarına rağmen.
Her seferinde bir çanta dolusu kitapla gelirdi köye. Zehra en çok hangisine sevineceğini şaşırırdı. Mete’nin gelişine mi yoksa getirdiklerine mi.. İki çocuk gün boyu köyün altını üstüne getirir akşam vakitleri de bahçedeki dut ağacının dalındaki salıncağa oturup kitaplardan hikayeler okurlardı birbirlerine.
Zehra zeki bir kızdı, annesinin babasının kıymetlisi. Kara kuru cılız bir çocuk, köy güneşinin izleri burnunun üstüne sarı sarı çil olarak düşmüştü. Çok güzel de sayılmazdı ayrıca ancak kimsenin sıcaklığına karşı koyamadığı güzel bir yüreği hassas bir ruhu vardı.
--Şehri anlatsana bana.
-- Ne anlatayım?
-- Işıkları, yolları, evleri…
Zaman zaman isterdi bunu Zehra, asıl duymak istediği Mete’nin oradaki hayatıydı aslında.
Defalarca çalan telefona cevap vermedi, eve geldiğinde çoktan gece yarısı olmuştu. Salonda her zaman oturduğu koltuğa geçti. Sigarasını yakarken içini yine bir ürperti kapladı, gün boyu hissettiği bu karmaşık duygular canını sıkmıştı. Odaya girip, çıkacağı yolculuk için valizine birkaç parça kıyafet yerleştirdi. Bedeniyle ruhu bambaşka yerlerde gibiydi, daralıyordu. Balkon kapısını açtı, ruhu sanki bir cendere içinde sıkışıyordu. Ne şehrin ışıkları ne de ay ışığı, hiçbiri onu rahatlatmaya yetmiyordu. Uyumalıydı. Bitkin halde yatağına uzandı, zihni öyle doluydu ki.
--Yarın dereye gidelim mi?
--Ben yarın gidiyorum.
Duyduğu karşısında ne yapacağını bilemedi Zehra.
Ama daha tatil bitmedi, diyebildi üzgün bir halde. O gece bahçedeki dut ağacındaki salıncakta kaldılar uzun süre, ikisi de suskundu. İki çocuk iki küçük yürek, anlamsızdı mesafeler, gereksizdi.
Mete sonraki yaz tatilinde gelmedi köye, ondan sonraki yıl ve daha sonraki yıl da… Boş yere bekledi Zehra tozlu yol kenarlarında yıllarca . Hatice nineye sormaya çekinir oldu bir zaman sonra. Geçen yıllar sadece çocukluğunu almamıştı elinden, bu dünyada en çok sevdiği insanı da almıştı.
Ter içinde uyandı uykusundan, kulağında hala o sesle. Bir kadın ona sesleniyordu rüyasında, çığlık çığlığa. O ses önce göğüs kafesini parçalıyor, sonra kalbine saplanıyordu. Yatağından kalkıp bir bardak su almak için mutfağa gitti. Işığı açtığında masanın üstündeki meyve sepetindeki portakallara takıldı gözü.
Belli belirsiz bir görüntü belirdi zihninde. Geçmişteki o güne döndü farkında olmadan. Bir ses geldi kulağına çok uzaklardan. Ne güzel kokuyor değil mi, diyordu alevlerin içinde kalmış bir kız. Elini uzatıyordu kıza ancak karşılık göremiyordu. Ateşe yürüyordu kız yüzünde geçmişten kalma bir gülüşle.
Zaman geçmiş genç bir kız olmuştu, şehirdeki üniversiteye gidiyordu. Vizeler, finaller derken sömestr tatili gelmişti. Nihayet köyündeydi yine, karlı yollarını, çamurlu sokaklarını evlerin çatılarında dumanı tüten bacalarını bile özlediği köyünde.
Birkaç gün sonra Hatice ninenin evinin önünde bir araba gördü, hızla eve doğru koşmaya başladı. Bahçe kapısının önünde ne yapacağını bilmez bir halde öylece bekledi.
Bahçe kapısını açtığında kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. O geldi diyordu, içinden bir ses. O geldi. Evin kapısını Mete açtı. Zehra’nın kara gözleri yıllar sonra yine ışık ışık olmuştu. Geldin, derken çoktan Mete’ye sarılmıştı bile. Genç delikanlı, karşısındaki çelimsiz kızın bu hareketine şaşırmıştı haliyle.
Zehra ben, diyebildi zorla. Mete gülümseyerek içeri buyur etti Zehra’yı. Babası ve babaannesi tartışıyorlardı içerde, yaşlı kadın itiraz ediyordu bir şeylere, olmaz diyordu.. Zehra hoş geldin Halil amca derken bile gözlerini Mete’den ayıramıyordu. Yaşlı kadın genç kızın gözlerinden anlamıştı geliş nedenini.
Biz yarın Halil amcanla kasabaya ineceğiz sen Mete’ye arkadaşlık eder misin dediğinde genç kızın kalbi yerinden çıkacak gibiydi.
O gece heyecandan gözüne uyku girmedi, sabah erkenden kalktı. Ailesi kızlarının tekrar ışıldayan gözlerinin içine bakıyordu. Zehra annesine gülümseyerek baktı. Ben Hatice nineye gidiyorum derken bir yandan da masanın üstündeki portakalı montunun cebine koyuyordu.
Kapıyı çaldığında Mete hala uyukluyordu, yarı uykulu halde kapıyı açtığında genç kız yine akşamki gibi boynuna atlamıştı. Cebinden çıkardığı portakalı soyup Mete’ye uzatırken ne güzel kokuyor değil mi demişti Zehra. Gülümsüyordu Mete genç kızın hallerine.
Sana kahvaltı hazırlayayım, derken mutfağa çoktan geçmişti Zehra. Çaydanlığı ocağa koyup dolabı açtı; peynir, zeytin, tereyağı, bal derken masa dolmuştu bile, küçük bakır tavaya biraz tereyağı koyup ocağa yerleştirip içine de iki yumurta kırdı.
Çay demlenene kadar sobanın üstünde ekmekleri kızartırım şimdi, dedi kendisine şaşkın gözlerle bakan gence.
Unutmuştu çocukluğunu, babaannesinin köy evinde geçirdiği yaz tatillerini. Yıllar sonra o günlerin özlemi neden düşmüştü içine anlam veremedi. Suyunu alıp salona geçti. Uyuyamazdı artık, hem sabah da olmak üzereydi.
Geçen onca zamandan sonra hatırlamıştı işte hayatındaki en güzel anları. Çocuk sevinçlerini çocuk heyecanlarını ve o çocukluk arkadaşını. Yıllarca unutmuştu oysa, bir defa bile düşünmemişti bunları.
Susmuyordu, yılların özlemini anlatıyordu iştahla kahvaltısını yapan gence. Dut ağacığını, dere kenarını, oynadıkları oyunları heyecanla anlatıyordu. Zehra bir yandan da Mete’nin değişen yüz hatlarını inceliyordu, onca zamanlık ayrılıktan sonra iyice ezberlemeliydi bu yüzü. Mete ona odaklanan bakışları hissetmiş gibi kaldırdı başını, bakışları birbirine kilitlenmişti. Elindeki çay bardağını masaya bırakıp Zehra’nın yüzünü ellerinin arasına aldı. ….
Bir düş gibiydi sonrası, Mete’nin elleri bedeninde dolaştıkça kendi varlığını keşfediyordu yeni baştan. Korkmuyordu aslında ama titriyordu bedeni her dokunuşta. Genç delikanlının dudakları dudaklarına değdiğinde gözlerini kapadı, düştü bu ve sonsuza dek sürmeliydi.
Bir ateşin içindeydi Zehra ama durmuyordu, yürüyordu korlar üstünde, ateş suya dönüşüyordu sonra yine kora , yanıyordu bedeni…
Evine döndüğünde zangır zangır titriyordu Zehra’nın bedeni, ateşler içindeydi tüm gece.Birbirlerini son görüşleri olduğunu bilmeden Mete’yi sayıklıyordu.
Ertesi günün sabahında Mete ve babası Hatice nineyi de alıp gitmişlerdi.
Aramalı mıydım diye düşündü bir an, tek bir kelime etmeden gidişi geldi gözlerinin önüne. Ardına bile bakmamıştı. O da beni aramadı diye düşündü. Sen bir şeye zorlamadın, hiçbir şey vaat etmedin diye rahatlatmaya çalışıyordu zihni Mete’yi. Evet zorlamamıştı, vaatlerde bulunmamıştı, bir bardak su gibi sunmuştu Zehra kendini.
Gittikçe içine kapanmıştı genç kız, zayıf bedeni çokça hastalanıyor anne ve babasını korkutuyordu.
Şehirde ev almıştı babası, artık yılın büyük zamanını orada geçiriyorlardı. Ancak o her fırsatta dönmek istiyordu köyüne, çocukluğuna.
Zaman gidenleri getirmiyordu, aksine alıp gidiyordu geçmişi de.
Sabahın erken saatinde elinde valiziyle arabasına doğru yürüdü, bagajın kapağını açtığında hala kendinde değil gibiydi. Uçağa yetişmeliydi, ne çok kullanmıştı bu yolu, oysa şimdi ilk defa görüyor gibiydi. Havaalanına yaklaştığında aniden durdurdu arabasını, gitmeyecekti. Onun bu yolculuğuna engel olan bir set vardı yüreğinde, o seti geçip gitmesi mümkün değildi. Dönmeliydi.
Yıllar böylece geçip gitmişti, genç bir kadın olmuştu Zehra. Üniversite bitmiş iş hayatına atılmıştı, yaşadığı hayal kırıklığının izlerini silemese de üzerini örtmeyi başarmıştı.
Çalışkandı, seviliyordu iş yerinde de. Bazen bir çocuk gülüşü yerleşiyordu yüzüne, kimseler bilmiyordu o an nerelere gittiğini hangi anılarda dolaştığını.
Ogün kimseye haber vermeden köyüne gitti Zehra. Çocukluğunun geçtiği sokaklara, evine kavuşmak iyi geliyordu ona. Sıkça bunu yapmasına alışmıştı onu tanıyanlar.
Odasına girdiğinde ayakları pencerenin yanında duran küçük dolaba götürmüştü onu. Dolabın kapağını açtı, içinde çocukluğundan kalan birkaç eşya birkaç oyuncak ve Mete’den kalan kitaplar vardı. Bir kitap alıp sayfalarını karıştırmaya başladı; dut ağacı, salıncak, dere kenarı, sokak, hepsi bir bir gözünün önünden geçti. En son da o gün Hatice ninenin evinde olanlar… Giderken bir “hoşça kal” dememişti yüreğini yakan adam, oysa gülümseyerek uğurlamayı bilirdi bir daha gelmeyecek olanı.
Arabasını çalıştırdı tekrar, karar vermişti o köye, çocukluğuna gidecekti. Yol boyunca iki çocuk dolaştı yüreğinde, zihninde. Kah dut ağacının tepesinde kah salıncakta. Tozu dumana katıyordu çocuklar yokuşlu köy yollarında. Ne tarafa baksa kara gözleriyle çelimsiz bir kız ona bakıyordu.
Köye yaklaştığında heyecanı da büsbütün artmıştı. Köyün çamurlu sokaklarında ilerlerken korku bastı içini. Ne bekliyordu onu ya da o ne bulacaktı. Babaannesinin evine baktı bahçe kapısının dışından, sonra doğruca Zehraların evine yöneldi.
Küçük kız veda ediyordu Zehra’ya, Dolabın içinde ne varsa hepsini bahçeye taşıdı. Tüm çocukluk anılarını, tüm kalanları… Her şeyi bahçenin orta yerine yığdıktan sonra uzunca bir süre öylece ayakta bekledi. Cebinden çıkardığı kibriti yaktığında çoktan bulanmaya başlamıştı görüntüler.
Tüm geceyi yanan geçmişiyle birlikte bahçede geçirmişti genç kadın, cılız bedeni zangır zangır titriyordu. Açılan bahçe kapısının sesini duymadı, ona seslenen genç adamın sesini duymadı, gözlerinin önünde dumanların içinde kalmış iki çocuk vardı hala. Onu kucaklayan iki kolu tanımadı, yüzüne bakan, korkuyla ona seslenen adamın varlığını hissetmedi. Gözlerini yumdu kenarlarından sızan yaşlar akarken.
Ağlıyordu Mete, oysa onca zaman taş kesmişti yüreği. Şimdi yeniden insan olmuş yeniden çocuk olmuş yeniden sevdiğini hatırlamıştı yüreği. Özür diliyordu çocukluk arkadaşından özür diliyordu gençlik heyecanından özür diliyordu kendinden geçmiş bir kadından.
Hastane odasında gözlerini açtığında yanı başında babasını gördü, nasıl geldim ben buraya diyebildi bitkin bir halde. Kızının elini bir an olsun bırakmayan baba Mete bulmuş seni bahçede, diyordu yaşlı gözleriyle. Bu isim hiçbir şey ifade etmiyordu, o kim dediğinde Mete ona bakıyordu hastane odasının kapısında.
Bir kibrit yetiyordu bir masalı bitirmeye. Çok geç kalmıştı Mete, o hatırladığında çoktan unutulmuştu artık.
Bazıları hatırlayarak iyileşiyordu, bazıları ise unutarak.
Eve gitmek gelmedi içinden, zaman zaman uğradığı balıkçı lokantasına gitti. Ali Dayı her zamanki gibi güler yüzüyle karşıladı yorgun misafirini. Her zaman oturduğu yere, bahçenin en kenarındaki masaya geçti, tuhaf şekilde iyi geliyordu bu salaş mekan bunalan ruhuna.
Yaşlı adam sormuyordu artık ne istersin diye. Biliyordu misafirinin ne istediğini, masaya birkaç meze getirdikten sonra ocağa geçip balıkları tavaya atıyordu.
Esen rüzgarın da etkisiyle biraz olsun hafiflemiş hissetti kendini, Başını gökyüzüne kaldırıp derin bir nefes alıp rüzgarın getirdiği kokuları içine çekti. Uzaklardan bir köy kokusu gelmişti burnuna, çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği en son yıllar önce gittiği bir köyün kokusu.
Zehra, diye seslendi Hatice nine.
--Mete geliyor yarın.
Zehra’nın kara gözleri ışıl ışıl oldu birden. Yazları gelirdi Mete köye, babaannesinin yanına. Ailesiyle büyük şehirde oturuyordu. Hatice nine gitmemişti yanlarına, oğlunun onca ısrarına rağmen.
Her seferinde bir çanta dolusu kitapla gelirdi köye. Zehra en çok hangisine sevineceğini şaşırırdı. Mete’nin gelişine mi yoksa getirdiklerine mi.. İki çocuk gün boyu köyün altını üstüne getirir akşam vakitleri de bahçedeki dut ağacının dalındaki salıncağa oturup kitaplardan hikayeler okurlardı birbirlerine.
Zehra zeki bir kızdı, annesinin babasının kıymetlisi. Kara kuru cılız bir çocuk, köy güneşinin izleri burnunun üstüne sarı sarı çil olarak düşmüştü. Çok güzel de sayılmazdı ayrıca ancak kimsenin sıcaklığına karşı koyamadığı güzel bir yüreği hassas bir ruhu vardı.
--Şehri anlatsana bana.
-- Ne anlatayım?
-- Işıkları, yolları, evleri…
Zaman zaman isterdi bunu Zehra, asıl duymak istediği Mete’nin oradaki hayatıydı aslında.
Defalarca çalan telefona cevap vermedi, eve geldiğinde çoktan gece yarısı olmuştu. Salonda her zaman oturduğu koltuğa geçti. Sigarasını yakarken içini yine bir ürperti kapladı, gün boyu hissettiği bu karmaşık duygular canını sıkmıştı. Odaya girip, çıkacağı yolculuk için valizine birkaç parça kıyafet yerleştirdi. Bedeniyle ruhu bambaşka yerlerde gibiydi, daralıyordu. Balkon kapısını açtı, ruhu sanki bir cendere içinde sıkışıyordu. Ne şehrin ışıkları ne de ay ışığı, hiçbiri onu rahatlatmaya yetmiyordu. Uyumalıydı. Bitkin halde yatağına uzandı, zihni öyle doluydu ki.
--Yarın dereye gidelim mi?
--Ben yarın gidiyorum.
Duyduğu karşısında ne yapacağını bilemedi Zehra.
Ama daha tatil bitmedi, diyebildi üzgün bir halde. O gece bahçedeki dut ağacındaki salıncakta kaldılar uzun süre, ikisi de suskundu. İki çocuk iki küçük yürek, anlamsızdı mesafeler, gereksizdi.
Mete sonraki yaz tatilinde gelmedi köye, ondan sonraki yıl ve daha sonraki yıl da… Boş yere bekledi Zehra tozlu yol kenarlarında yıllarca . Hatice nineye sormaya çekinir oldu bir zaman sonra. Geçen yıllar sadece çocukluğunu almamıştı elinden, bu dünyada en çok sevdiği insanı da almıştı.
Ter içinde uyandı uykusundan, kulağında hala o sesle. Bir kadın ona sesleniyordu rüyasında, çığlık çığlığa. O ses önce göğüs kafesini parçalıyor, sonra kalbine saplanıyordu. Yatağından kalkıp bir bardak su almak için mutfağa gitti. Işığı açtığında masanın üstündeki meyve sepetindeki portakallara takıldı gözü.
Belli belirsiz bir görüntü belirdi zihninde. Geçmişteki o güne döndü farkında olmadan. Bir ses geldi kulağına çok uzaklardan. Ne güzel kokuyor değil mi, diyordu alevlerin içinde kalmış bir kız. Elini uzatıyordu kıza ancak karşılık göremiyordu. Ateşe yürüyordu kız yüzünde geçmişten kalma bir gülüşle.
Zaman geçmiş genç bir kız olmuştu, şehirdeki üniversiteye gidiyordu. Vizeler, finaller derken sömestr tatili gelmişti. Nihayet köyündeydi yine, karlı yollarını, çamurlu sokaklarını evlerin çatılarında dumanı tüten bacalarını bile özlediği köyünde.
Birkaç gün sonra Hatice ninenin evinin önünde bir araba gördü, hızla eve doğru koşmaya başladı. Bahçe kapısının önünde ne yapacağını bilmez bir halde öylece bekledi.
Bahçe kapısını açtığında kalbi yerinden fırlayacak gibi atıyordu. O geldi diyordu, içinden bir ses. O geldi. Evin kapısını Mete açtı. Zehra’nın kara gözleri yıllar sonra yine ışık ışık olmuştu. Geldin, derken çoktan Mete’ye sarılmıştı bile. Genç delikanlı, karşısındaki çelimsiz kızın bu hareketine şaşırmıştı haliyle.
Zehra ben, diyebildi zorla. Mete gülümseyerek içeri buyur etti Zehra’yı. Babası ve babaannesi tartışıyorlardı içerde, yaşlı kadın itiraz ediyordu bir şeylere, olmaz diyordu.. Zehra hoş geldin Halil amca derken bile gözlerini Mete’den ayıramıyordu. Yaşlı kadın genç kızın gözlerinden anlamıştı geliş nedenini.
Biz yarın Halil amcanla kasabaya ineceğiz sen Mete’ye arkadaşlık eder misin dediğinde genç kızın kalbi yerinden çıkacak gibiydi.
O gece heyecandan gözüne uyku girmedi, sabah erkenden kalktı. Ailesi kızlarının tekrar ışıldayan gözlerinin içine bakıyordu. Zehra annesine gülümseyerek baktı. Ben Hatice nineye gidiyorum derken bir yandan da masanın üstündeki portakalı montunun cebine koyuyordu.
Kapıyı çaldığında Mete hala uyukluyordu, yarı uykulu halde kapıyı açtığında genç kız yine akşamki gibi boynuna atlamıştı. Cebinden çıkardığı portakalı soyup Mete’ye uzatırken ne güzel kokuyor değil mi demişti Zehra. Gülümsüyordu Mete genç kızın hallerine.
Sana kahvaltı hazırlayayım, derken mutfağa çoktan geçmişti Zehra. Çaydanlığı ocağa koyup dolabı açtı; peynir, zeytin, tereyağı, bal derken masa dolmuştu bile, küçük bakır tavaya biraz tereyağı koyup ocağa yerleştirip içine de iki yumurta kırdı.
Çay demlenene kadar sobanın üstünde ekmekleri kızartırım şimdi, dedi kendisine şaşkın gözlerle bakan gence.
Unutmuştu çocukluğunu, babaannesinin köy evinde geçirdiği yaz tatillerini. Yıllar sonra o günlerin özlemi neden düşmüştü içine anlam veremedi. Suyunu alıp salona geçti. Uyuyamazdı artık, hem sabah da olmak üzereydi.
Geçen onca zamandan sonra hatırlamıştı işte hayatındaki en güzel anları. Çocuk sevinçlerini çocuk heyecanlarını ve o çocukluk arkadaşını. Yıllarca unutmuştu oysa, bir defa bile düşünmemişti bunları.
Susmuyordu, yılların özlemini anlatıyordu iştahla kahvaltısını yapan gence. Dut ağacığını, dere kenarını, oynadıkları oyunları heyecanla anlatıyordu. Zehra bir yandan da Mete’nin değişen yüz hatlarını inceliyordu, onca zamanlık ayrılıktan sonra iyice ezberlemeliydi bu yüzü. Mete ona odaklanan bakışları hissetmiş gibi kaldırdı başını, bakışları birbirine kilitlenmişti. Elindeki çay bardağını masaya bırakıp Zehra’nın yüzünü ellerinin arasına aldı. ….
Bir düş gibiydi sonrası, Mete’nin elleri bedeninde dolaştıkça kendi varlığını keşfediyordu yeni baştan. Korkmuyordu aslında ama titriyordu bedeni her dokunuşta. Genç delikanlının dudakları dudaklarına değdiğinde gözlerini kapadı, düştü bu ve sonsuza dek sürmeliydi.
Bir ateşin içindeydi Zehra ama durmuyordu, yürüyordu korlar üstünde, ateş suya dönüşüyordu sonra yine kora , yanıyordu bedeni…
Evine döndüğünde zangır zangır titriyordu Zehra’nın bedeni, ateşler içindeydi tüm gece.Birbirlerini son görüşleri olduğunu bilmeden Mete’yi sayıklıyordu.
Ertesi günün sabahında Mete ve babası Hatice nineyi de alıp gitmişlerdi.
Aramalı mıydım diye düşündü bir an, tek bir kelime etmeden gidişi geldi gözlerinin önüne. Ardına bile bakmamıştı. O da beni aramadı diye düşündü. Sen bir şeye zorlamadın, hiçbir şey vaat etmedin diye rahatlatmaya çalışıyordu zihni Mete’yi. Evet zorlamamıştı, vaatlerde bulunmamıştı, bir bardak su gibi sunmuştu Zehra kendini.
Gittikçe içine kapanmıştı genç kız, zayıf bedeni çokça hastalanıyor anne ve babasını korkutuyordu.
Şehirde ev almıştı babası, artık yılın büyük zamanını orada geçiriyorlardı. Ancak o her fırsatta dönmek istiyordu köyüne, çocukluğuna.
Zaman gidenleri getirmiyordu, aksine alıp gidiyordu geçmişi de.
Sabahın erken saatinde elinde valiziyle arabasına doğru yürüdü, bagajın kapağını açtığında hala kendinde değil gibiydi. Uçağa yetişmeliydi, ne çok kullanmıştı bu yolu, oysa şimdi ilk defa görüyor gibiydi. Havaalanına yaklaştığında aniden durdurdu arabasını, gitmeyecekti. Onun bu yolculuğuna engel olan bir set vardı yüreğinde, o seti geçip gitmesi mümkün değildi. Dönmeliydi.
Yıllar böylece geçip gitmişti, genç bir kadın olmuştu Zehra. Üniversite bitmiş iş hayatına atılmıştı, yaşadığı hayal kırıklığının izlerini silemese de üzerini örtmeyi başarmıştı.
Çalışkandı, seviliyordu iş yerinde de. Bazen bir çocuk gülüşü yerleşiyordu yüzüne, kimseler bilmiyordu o an nerelere gittiğini hangi anılarda dolaştığını.
Ogün kimseye haber vermeden köyüne gitti Zehra. Çocukluğunun geçtiği sokaklara, evine kavuşmak iyi geliyordu ona. Sıkça bunu yapmasına alışmıştı onu tanıyanlar.
Odasına girdiğinde ayakları pencerenin yanında duran küçük dolaba götürmüştü onu. Dolabın kapağını açtı, içinde çocukluğundan kalan birkaç eşya birkaç oyuncak ve Mete’den kalan kitaplar vardı. Bir kitap alıp sayfalarını karıştırmaya başladı; dut ağacı, salıncak, dere kenarı, sokak, hepsi bir bir gözünün önünden geçti. En son da o gün Hatice ninenin evinde olanlar… Giderken bir “hoşça kal” dememişti yüreğini yakan adam, oysa gülümseyerek uğurlamayı bilirdi bir daha gelmeyecek olanı.
Arabasını çalıştırdı tekrar, karar vermişti o köye, çocukluğuna gidecekti. Yol boyunca iki çocuk dolaştı yüreğinde, zihninde. Kah dut ağacının tepesinde kah salıncakta. Tozu dumana katıyordu çocuklar yokuşlu köy yollarında. Ne tarafa baksa kara gözleriyle çelimsiz bir kız ona bakıyordu.
Köye yaklaştığında heyecanı da büsbütün artmıştı. Köyün çamurlu sokaklarında ilerlerken korku bastı içini. Ne bekliyordu onu ya da o ne bulacaktı. Babaannesinin evine baktı bahçe kapısının dışından, sonra doğruca Zehraların evine yöneldi.
Küçük kız veda ediyordu Zehra’ya, Dolabın içinde ne varsa hepsini bahçeye taşıdı. Tüm çocukluk anılarını, tüm kalanları… Her şeyi bahçenin orta yerine yığdıktan sonra uzunca bir süre öylece ayakta bekledi. Cebinden çıkardığı kibriti yaktığında çoktan bulanmaya başlamıştı görüntüler.
Tüm geceyi yanan geçmişiyle birlikte bahçede geçirmişti genç kadın, cılız bedeni zangır zangır titriyordu. Açılan bahçe kapısının sesini duymadı, ona seslenen genç adamın sesini duymadı, gözlerinin önünde dumanların içinde kalmış iki çocuk vardı hala. Onu kucaklayan iki kolu tanımadı, yüzüne bakan, korkuyla ona seslenen adamın varlığını hissetmedi. Gözlerini yumdu kenarlarından sızan yaşlar akarken.
Ağlıyordu Mete, oysa onca zaman taş kesmişti yüreği. Şimdi yeniden insan olmuş yeniden çocuk olmuş yeniden sevdiğini hatırlamıştı yüreği. Özür diliyordu çocukluk arkadaşından özür diliyordu gençlik heyecanından özür diliyordu kendinden geçmiş bir kadından.
Hastane odasında gözlerini açtığında yanı başında babasını gördü, nasıl geldim ben buraya diyebildi bitkin bir halde. Kızının elini bir an olsun bırakmayan baba Mete bulmuş seni bahçede, diyordu yaşlı gözleriyle. Bu isim hiçbir şey ifade etmiyordu, o kim dediğinde Mete ona bakıyordu hastane odasının kapısında.
Bir kibrit yetiyordu bir masalı bitirmeye. Çok geç kalmıştı Mete, o hatırladığında çoktan unutulmuştu artık.
Bazıları hatırlayarak iyileşiyordu, bazıları ise unutarak.
YORUMLAR
Deli cevaplarla gelirim ben de :)
Bir defa hala kibrit var, kullanılıyor, sen bulamamış ya da istememiş olabilirsin. Ayrıca köy kanunudur, köylük yerde kadınlar ceplerinde kibrit ve de çakıyla dolaşır. ( Allah'ım sen beni affet, kanun falan koydum. )
Ayazda nasıl tutuşturdu sorusuna da deli bir cevap lazım şimdi dur yorayım şu kafamı , heeeh buldum :))
Ya hu yaktığı şeyler bak kitap, oyuncak, eski hatıralar vs. Kağıt denen nesne bir kibritle tututaşabilir, ayaza gelince ortaya yere yığdığın şeylerin kenarına geçersin, eğilirsin karavul olursun ayaz gelmesin diye. :) Ben ne yapıyorum yaaa :))) Cafooooo delirtme beni Durdum şurda ne anlatıyorum
Oraya çakmak yakışmazdı kısaca, kibrit lazımdı masalı bitirmeye. Döverim seni Cafo :))) Teşekkürler, varlığın güzel.
maviözgürlüktür, okuyup değerlendirdiğiniz için ben teşekkür ederim. Gözlerinize sağlık.
Şaşı_Kedi, biraz uzun bir yazı oldu bir yerde bitmesi gerekiyordu. :)) Teşekkürler, beğenmeniz mutlu etti.
aşeka, niye yazdım bilmiyorum:)) kahve ve müzik güzel bir ikili. Yazım şanslıymış, böyle bir anda okunduğu için...
Çaylaaaaaaarrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr
Bazen küçücük bir eşya anlatır insanı.
Bazen bir çekmecenin içine gizlenir anılar vs. vs. vs......
Yazıyı zaman ayırıp okuyan herkese çok teşekkür.
Çayım ve Sigaram her şeyim tamam... Sevgiler
https://www.youtube.com/watch?v=1doNc_qTxdw
Yazıdaki arkadaşlara gelince bunlar dumanla haberleşiyorlarmış, o bahsettiğin şeyleri kullanmıyorlarmış :))
Bak, bi kibritle getirdi çocuğu :)))
Ya hu, uzun yazı yazıyorum açıklama yapıyorum, kısa yazı yazıyorum açıklama yapıyorum Eksik olmayın emi, iyi ki varsınız :)
Teşekkürler
Not: Parça güzelmiş, akşam akşam iyi geldi :)))))))
Yine ben geldim :)) Niye geldim
Ayn, paylaşımın mutlu etti, özür ne demek.
Blue, Blue, Blue... Ne şeytanı görecek ne de ona kulak verecek halim var, fena halde yorgunum :)) Ama biliyorum ki sen haklısın, seni görmek güzel, varlığın güzel...
Detay :))) Uzun yaz dedin, al yazdım..
Otherand, okuma zahmetine girmişsiniz, gözlerinize sağlık...
Çok da uzatmak istemiyorum lafı ama laf lafı açıyor vs. vs. vs... Yazıyı, ister keyif alarak ister sıkılarak okuyan, değerlendiren herkese teşekkür ediyorum.
Şimdi bana bi çay bi de sigara Hüpppp Jitttt
Saygılar, Sevgiler.....
Zehra ve Mete'ye gelirsek :))) Yazmaya başladığımda başka bir şeyler vardı aklımda ama yazı kendi rotasını belirledi ve beni dışladı :))) Bu yüzden Mete ve Zehra'nın hallerinden ben sorumlu değilim. : )))
İyi ki geldin hoş geldin
Güzel günlere hüüüüüüpppppppppppppppppppp jiiiitttttttttttttttttttttttttttttttttttt
Babette, çaylarrrrrrrrrrrr