Ne Olacak Bu Memleketin Hali
28 Temmuz 2020, 00.23 A- A+
"Bir Türk'ü nasıl tanırsın?" diye sorsalar, kafa yapısının brakisefal, elmacık kemiklerinin belirgin olmasının v.s hiçbir önemi olmadan, "ne olacak bu memleketin hali" sorusunu söyleyip söylemediğine bakarım. Kim ki bu sözü söylüyor [hangi dilde olduğunun bir önemi yok] o kişi kesinlikle Türktür. Bu yüzden takside, kahvehanede, berberde, rakı sofralarında, dost meclislerinde terennüm eder dururuz "milli soru(nu)muz"u. Hatta, özellikle Türk Siyasal Hayatı dersini alanların bileceği çok meşhur bir fıkra vardır. Türk vatandaşlığına henüz geçiş yapmış birine: "Artık siz de bir Türksünüz, ne düşünüyorsunuz" diye sorulunca, "Ne olacak bu memleketin hali" diye cevap vermiş. Yani o kadar bize has bir soru(n)...
Yazıya giriş yapmadan şunu belirtmekte fayda var: Bu ülkede Atatürk sonrası var olmuş bütün partilerin, fırkaların, hiziplerin öncelikli amaçlarının kendi menfaatleri olduğuna, halkı çok da önemsemediğine koşulsuz iman etmiş biriyim. Adının AKP, CHP, MHP, HDP, ANAP, DYP v.s olmasının hiçbir önemi yok, nazarımda hepsi üç aşağı beş yukarı benzer. Felsefenin en temelinde başlayan "iyi-kötü dilemması"na atıfla, "iyi"den söz edemeyeceğim ve hepsinin de "kötü" olduğu kabulüyle hareket ettiğim için aralarında sadece şu fark olabilir: "Hangisi daha kötü?". O yüzden yazdıklarımın bir partiye konuşlandırılmasını istemem.
Bu topraklar, çok uzun zamandır nepotizm ve kronizm ağındadır. Daha önce de bu platformda "nepotizm" üzerine giriş sayılabilecek bir şey karalamıştım. Kısaca "yeğencilik" diye tanımlanan ama geniş anlamda "akraba kayırmacılığı"na varan bu kelimeyi Türk siyasetinde nasıl örnekleriz? Mesela Süleyman Demirel'in banka hortumlayan, hayali ihracat yapan yeğenleri. Daha yakın bir örnek: herhangi bir bilgi birikimi olmadan sırf "damat" olduğu için Hazine'nin başına geçen zat. Aynı şekilde İzmir'in Torbalı ilçesinin CHP'li Belediye Başkanı'nın henüz üniversiteye giden oğlunu Genel Müdür yapması. Daha uzak örnek, Osmanlının yıkılmasının baş sebeplerinden biri olarak gördüğüm: Beşik ulemalığı. "Alimden alim doğar" gibi saçma bir düşünceye itibar edilmiş ve ulemadaki birinin çocuğu da ulema sınıfına dahil olmuştur. Sonra da medreselerde yozlaşmalar başlamış ve bilimden, ilimden uzaklaşılmıştır. Gene bu ülkenin en zeki insanlarından, dünyanın en iyi fizikçileri arasında sayılan Erdal İnönü'nün hiçbir yetkinliği olmadığı halde siyasete girip parti başkanı olmasını da Nepotizm olarak sayabiliriz. Tersine işleyen nepotizme de bir örnek vereyim: Dünyada pek çok ülke tarafından hayranlıkla takip edilen Köy Enstitüleri'nin uygulayıcısı olarak bilinen dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, bakanlık bünyesinde başarılı öğrencilerin yurt-dışında okuyabilmesi için devlet bursu verdirir. "Bu hayatta ben en çok babamı sevdim" şiirini yazan oğlu Can Yücel de başarılı bir öğrenci olmasına rağmen: "Bakan, kendi oğluna torpil geçiyor" derler diye bu burstan faydalandırmaz.
Kronizm ise yandaş kayırmacılığıdır. Yakın dönem için nasıl örnekleyebiliriz, Dünya Bankası'nın verilerine göre dünyada en fazla "kamu ihalesi" alan 10 şirket arasında Türkiye'den 5 şirket bulunuyor. Limak, Cengiz, Kalyon, Kolin ve Mng holding. Nerede büyük bir ihale, büyük bir inşaat, büyük bir rant var, bunlar orada bitiveriyor. Havaalanı, köprü, hastane, liman, enerji santralleri Marmaray v.s.. Benim evde musluk contası bozuk, bunlardan biri gelip yapar diye yaptırmıyorum. Neme lazım, köprülerdeki geçiş garantisi, havaalanındaki kullanım garantisi gibi bir şey isterler, Allah muhafaza. Bir de bunlara İçtaş diye bir firmayı da ekleyeyim. Hani şu Kütahya'da açılan ve mesela 2020 yılı için 1 milyon 279 bin yolcu garantisi verilen Zafer Havalimanı'nı yapan firma. Bu arada geçen sene yolcu garantisi 1 milyon 232 bin idi, kullanan yolcu sayısı 82 bin oldu. Hesap yok, kitap yok... Tabii bu kronizmde de belli bir besin zinciri oluyor. Herkes o kadar paralar kazanamıyor. Ama mesela Kartal İmam Hatip Lisesi'nden mezun olanlar THY'de mutlaka iş buluyor. Eskidendi o Boğaziçi'den, Odtü'den falan mezun olmanın forsu. Yeni trend Kartal İmam Hatip Lisesi. Asrın güreşçisi diye bilinen Hamza Yerlikaya'nın Vakıfbank yönetimine girmesini yorumlamıyorum bile. Edirne'nin CHP'li Belediye Başkanı Recep Gürkan'ın: "CHP'li olmayana belediyede iş yok" demesi de kronizme bir örnek. Bu kronizm öyle hastalıklı bir sistem ki mesela sosyal bilimlerde "teori" ve "paradigma" ayrımı vardır. Teori, sınanabilir, yanlışlanabilir. Ve fakat paradigma kendi çerçevesinde anlamlıdır ve yanlışlanamaz. Kafalarına göre bir paradigma uydurmuşlar, her yaptıklarını da meşru görmüşler, görüyorlar, görecekler.
Oysa Fecr Suresi'nde ne güzel söyler: 17. Hayır! doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz, 18. Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz, 19. Haram helal demeden mirası yiyorsunuz. 20. Malı aşırı biçimde seviyorsunuz.
İlk başta belirttiğim gibi, bu meseleler bugün ortaya çıkmış değil. Bakın "Cihangir" mahlasını kullanan 1700'lü yılların ortalarında yaşamış 3. Mustafa'nın şöyle bir beyiti vardır:
Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele [Yıkılıp gitmektedir bu dünya, sanma ki bizde düzelsin]
Devlet-i çerh-i deni verdi kamu müptezele [Zalim/aşağılık felek tümden bıraktı devleti müptezele]
Şimdi ebvab-i saadetle gezen hep hazele [Şimdi saadet kapılarında gezenlerin hepsi alçak/kalleş yüzsüzdür]
İşimiz kaldı hemen merhamet-i Lem Yezel'e [İşimiz sadece Allah'ın merhametine kaldı]
2. Dünya Savaşı öncesi Hitler'in zulmünden kaçıp Türkiye'ye sığınan ve Türkiye'de Kamu Maliyesi'nin öncülüğünü yapmış, gelir vergisinin mimarı olmuş Fritz Neumark'a ülkeden ayrılırken "Türkiye'yi nasıl tanımlarsınız" diye sorulduğunda, "Bu ülkede negatif seleksiyon var" demişti. Ne demek negatif seleksiyon, bir konuda en bilgili, en yetkin, en iyinin yerine, en bilgisiz, en kötünün tercih edilmesi. Yani bu toprakların geçmişten beri derdi tek kelime: "liyakat". Üstelik ülkede yaşayan çoğunluğun iman ettiği dinde "Emaneti ehline verin [Nisa Suresi 58. ayet]" ilahi nidası görmezden gelinerek. Peygamberin hayatını bilmeden yaşamak. Mesela ekseriyetle Peygamberin hicreti denilince neler bilinir. Yanında "sıddık" yani "sadık" lakaplı Ebubekir vardı. Mekkeliler, onu yakalayana 100 deve, altın, mücevher, ipek kumaş v.s verilecek dedi. Mağaraya saklandı, Mekkeliler mağaraya geldiklerinde girişte örümcek ağı ve güvercin yuvası buldular ve oradan ayrıldılar. Her Ramazan televizyonlarda çıkıp servetine servet katan ağlak Profesör gibi pek çok hoca da bu kadarını anlatır, tabii hikayeleştirerek, sonra da bitirir. Oysa Peygamber hicret ederken onlara biri kılavuzluk etmişti. Kimdir bu kişi, Abdullah bin Uraykıt. Özelliği ne bu adamın, bu adam bir putperest. Yani yukarda söylediğim vaat edilen şeylere sahip olma imkanı var çünkü Peygamber canını ona emanet ediyor. Ama adam işinde dürüst, işinin ehli ve Peygamber de buna güveniyor. Şimdi hicret hadisesinde örümcekler, kuşlar mı önemli, bu mu? Benim için İslam ve Türk tarihinde "sadakat" ve "liyakat"in kırılma anı bu hicret hadisesidir. Sadece Ebubekir'in yani "sadakat"in yanında olunması, "Abdullah bin Uraykıt'ın yani "liyakat"in konu edilmemesi, gelecek nesillere bu şekilde aktarılması geldiğimiz noktada sadakatin, liyakate karşı hükümranlığının miladıdır. Oysa liyakatin, sadakate galebe geldiği her dönem işler yolunda gitmiş. Tarihten faydalanarak sayısız örnek verebilirim: Bugün utanmadan ülkenin kurucusuna lanet eden Diyanet İşleri Başkanı'nın tamamen uyduruk bir vasiyetini söylediği Fatih Sultan Mehmet'i "Fatih" yapan kişilerden biri hatta en önemlisi hocası Molla Gürani'dir. Fatih, küçük yaşlarda yaramaz bir çocuk. Molla Gürani onu azarlar, hatta döver. Fatih, babası Sultan Murat'a şikayet eder hocasını ama Murat: "o senin hocandır, gerekirse seni de döver beni de " der. Osmanlı hakkında eksik bilinen bir şey daha var: padişah sayısı 36 değil. Aslında tarihçiler ona "naip" dese de Hatice Turhan Sultan, oğlunun yaşının çok küçük olmasından dolayı ülkeyi bizzat kendi yönetmiştir. Hatt-ı humayunları, dış devletlere gönderdiği fermanları v.s vardır. Ama adına para bastırmaması ve hutbe okutmaması gibi sembolik şeyler devreye girdiği için padişah sayılmaz. Tarihçiler saymasın, ben sayıyorum. Zaten hiçbir tarihçiye itibar da etmiyorum. Mesela Osmanlının hezimete uğradığı Zenta Savaşı'nı kaç kişi duymuştur? Hangi müfredatta vardır? Osmanlının 3 mühründen birini ele geçirmiş Avusturyalılar. Osmanlı ordusu perişan olmuş, padişah 2. Mustafa bir daha İstanbul'a gelmemiş, Edirne'de kalmış ve bu savaştan sonra da hiçbir Osmanlı padişahı sefere gitmemiştir. Niye anlatılmıyor? Fatih döneminde ufacık Arnavutluk, İskender Bey önderliğinde onlarca defa yeniyor Osmanlıyı, neden anlatılmıyor? Neden bu kompleks? Oysa geçmiş tarih bu, zaferlerin olduğu gibi mağlubiyetlerin de olacak. O yüzden hiçbir tarihçi muteber değildir gözümde. Neyse biz Hatice Turhan Sultan'a dönelim, memleketi uzun yıllar idare ettikten sonra "işi ehline bırakmayalım" düsturu ile Köprülü Mehmet Paşa'yı göreve getiriyor ve tarihte Köprülüler Dönemi başlıyor. Osmanlının son dönemlerdeki en toparlandığı yıllar. Öyle güç kazanmışlar ki Viyana'ya sefer bile yapılıyor, maalesef başarı gösteremiyorlar. Ama burada önemli olan işi ehline verdiğinde kurumların ve dahi devletin ne kadar güçlenebildiğini görmemiz.
Uzun yıllardan beri ne ekonominin başına, ne dış siyasetin başına, ne de eğitimin başına liyakat sahibi insanlar geldi. Nerede nepotizm ve kronizmden nemalanmış insan varsa ülkenin akıbetine yön veriyor. Oysa her ülke için basit bir formül var: Liyakat >> Adalet >> Hakların korunacağına dair devlete olan güven >> Ekonomik anlamda dış yatırımlar >> İstihdam ve rekabette artış >> Üretim ekonomisine geçiş. Ve sonuç müreffeh bir ülke. Bunu anlamak, kavramak, idrak etmek bu kadar mı zor?
1959'dan bu tarafa tüm hükümetlerin dış politikadaki birinci hedefi Avrupa Birliği'ne katılmak. Yıllarca bizi kabul etsinler diye yalvarıp durduk. Nato'ya girebilmek için bizimle alakası olmayan binlerce kilometre uzaktaki Kore'ye asker gönderdik. Güçlü, müreffeh bir ülke olsak böylesi bir pozisyona düşer miydik? Öyle "Almanya bizi kıskanıyor", "Lozan hezimettir", "Komşularla sıfır sorun", "Cuma Namazını Emevi Camisinde kılacağız" demekle olmuyor o iş. Güçlü ve stratejik bir dış politika nasıl olur: Sene 1932. Dünyanın en büyük uluslararası topluluğuna Türkiye'nin katılması önerisinde bulunuluyor. Mustafa Kemal: "Başvuruda bulunmayı düşünmüyoruz, davet edilirse katılabiliriz" diyor. Topluluk ilk defa "başvuru zorunluluğu"nu kaldırıyor ve 43 üye ülkenin ortak kararı ile Türkiye'ye, Milletler Cemiyeti'ne [Sonradan ismi Birleşmiş Milletler olacak] katılması için davette bulunuluyor.
Bekarlığı veda, bebek partileri [bebek demişken, haberlerde gördüm yeni doğmuş bir çocuğa "Ayasofya" adını vermişler. Bu gösteriş ve anlamsızlık merakına hayranım. Kelimenin Yunanca olduğundan haberleri var mı acaba? Hoş, olsa ne olacak. Hala moda mı bilmiyorum, bir dönem doğan erkek çocuklarına "Eymen", kız çocuklarına "Ecrin" ismini veriyorlardı. Sırf Arapça diye, anlamını bilmedikleri şeyleri çocuklarına isim olarak veriyor şaşkınlar. Eymen "sağ taraf" demek. tek manası bu. Ecrin de "ücretler" demek. Bir dönem de "Aleyna" modası vardı, "üzerimize/üzerinize" manasında zarf gibi bir şey. Ama bu isimleri koyan ebeveynlere sorsan "Kur'an-ı Kerim'den isim koyduk" der dururlar. Bir üst kertesi de kaba etlerinden mana verme. "cennette yetişen ağaç", "cennetten düşen ilk yağmur damlası" v.s uydur uydur inan.] saraylar, milyon dolar harcanmış harem-selamlık oteller, ejder meyveli smoothiler, milyonluk makam arabalarıyla gezen Diyanet İşleri Başkanları, makale yayınlamadığı halde üniversitelerde rektörlük yapan 68 -güya- bilim adamı, her afette, zor durumda halkından para isteyen hükümetler [Hani devlet, halkını korurdu? Bizdeki devlet, çalışmayan erkek kardeş, aylak kayınço misali her sıkıştığında "100 lira ateşlesene" deyip duruyor], 72 yaşına gelip hala en büyük muhalif partinin lideri olmak için seçime girmeler [Bak bu CHP'de gerçekten problem var. 100 seneye yaklaştılar, arada 1 sene, 3-5 ay geçici görev yapan başkanları saymazsan bu 100 senede başkanlık yapan lider sayısı 5, yazıyla da beş. Oturan kalkmıyor, ne varsa bu koltukta], seçimlerde "terör örgütü liderini nasıl dinlemiyorlar" diye HDP seçmenine kızan sözüm-ona Milliyetçi bir partiye liderlik edenler, ağlak bir vaizin peşinden gidip ülkeyi batağa sürükleyen milyonlar [işin komiği de şu, biz yıllardır adama feto derken, ülkenin altına dinamit koyuyor derken aldırış etmeyip o "Hocaefendidir" diye bizi uyaran tipler şimdi gelip bize feto'nun kötülüğünü anlatıyor yarım akıllarıyla], Kandil ile irtibatını kesmeyip "barışçılık" oynayan partiler, her gün gelen öldürülmüş, şiddet görmüş kadın haberleri, çocuk tacizleri, işsizlikten, kadrosuzluktan intihar edenler, öldürülen hayvanlar, kesilen ağaçlar, bunları gereksizce dile getirip halkın daha da moralini bozan benim gibi tipler...
Bu kadar güzel bir ülke bunları hak etmiyor. Sürekli bir çatışma hali, sürekli ötekileştirme çabaları. Dil, din, mezhep, ırk, siyasi görüş, cinsiyet, tuttuğu takım, sevdiği sanatçı v.s her konuda şiddetli çatışmalar yaşamış bir ülke olur mu? Okuyun, araştırın, düşünün, sentez yapın, öyle ki; bu hayattaki en büyük derdiniz 101 oynarken bir türlü gelmeyen ara taşı, en büyük üzüntünüz ihalede 13 demişken 12'de kalmanız olsun... Yoksa bu ülkenin düzeleceği yok :)
YORUMLAR
Yazının altına geldim geldim geldim geldimmm geri gittim . :))
Suya sabuna dokunmadan yorum yazmak zor iş mirim. :)) Ama sen çok güzel dokunmuşsun hem nalına hem mıhına.
Gören gözlerine, kaleme alan ellerine sağlık. Ve okuduğum her yazından sonra hissettiğim şey: Bu Adamdan Bolca Lazım... Gelirim yine sonra
TBMM kararları artık saraydan onaylanıyor, kararlar halkın menfaati için değil sarayın geleceği için alınıyor(muhalefetin tüm karşı çıkmalarına rağmen).Hani egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindi!!!!!!!
Diyanet işleri başkanlığı ATATÜRK tarafından 1924 de kurulmuş. Şimdilerde başına getirilen hadsiz, Hutbeye çıkıp Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarına lanet okuyor.Allahın emirleri yerine sarayın emirlerini yerine getirmeyi kendine görev edinen kimliğini kaybetmiş bu kişi ne yazık ki Diyaneti temsil ediyor.
Yanlış üzerine yanlış, gaf üstüne gaf, inkarın haddi hesabı yok, şimdi de Sosyal medya sansür yasasını onaylamış efendiler.Nedir yapılmak istenen?Bireysel bilgilerde mahremiyeti sağlamak mı? İktidarın geçmişle alakalı delilleri yok etme gailesi mi?Ya da her neyse çekindikleri işte....
Şimdi ben bilgisayardan anlarım desem yalan olur. Bildiğim şeyler anca beni idare edecek kadar. Ancak bu ülkede zehir gibi bir Z kuşağı (dijital nesil) var ki onlardan hiç birşey kaçmaz.Sosyal medya onların olmazsa olmazı.Birer parçaları...Yaşamlarının temeli. Onlardan birşey kaçırmak mümkünmü. İnternet ortamındaki bir haberi ya da bilgiyi tamamen yok etmek mümkünmü.Bir şekilde geri getirilebileceğini bilmiyor mu bu yasayı onaylayanlar:))))
Çokmu uzattım biliyorum ama sayın bir adam; hani derler ya bir dokun bin ah işit diye, tam da öyle oldu bloğunuz.Çok kısa bir şey daha ekleyip son noktayı koyacağım izninizle.
Hangi çağda yaşıyoruz Allah aşkına? Neyin kafasını yaşıyor bazı insanlar? Nasıl bir zihniyettir bu? Hayal dünyası dedikleri şey bu olsa gerek.Saraya yakınlığıyla bilinen bir dergi sahibi. Dergisinde aynen şu cümlelere yer vermiş.''Şimdi değilse ne zaman? Sen değilsen kim?Hilafet için toparlanın''. Bu ifadeleri dile getirme cesaretini aldığı yerle işaret ettiği yer ayni...Allah bizi çaputlu şeytan şerrinden korusun derdi büyük ninem..Amin demekten başka çare yok.
Kaleminize sağlık.