gamyun.net'i doğru görüntüleyebilmek için tarayıcını güncellemelisin, güncelleyemiyorsan başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsin.

BLOG

Ekonomi / Ekomedi

14 Kasım 2020, 22.47
A- A+

Dün siteden bir arkadaş: "Eskiden ne güzel iç-bükey, sürreal yazılar yazıyordun. Sonrasında hep siyaset üzerine yazmaya başladın" diye biraz sitemkar, biraz eleştirel bir yorum yaptı. "Mahalle yanıyor, saçımı mı tarayayım" diye mukabele ettim. Ne zaman kağıdı, kalemi elime alsam ya da bir word sayfasını açıp bir şeyler yazmaya kalksam "gündem"den kopamıyorum. Ben de isterdim Lale Devri şairi Nedim gibi: "Gidelim serv-i revanım, yürü sa'd-abad'a" şeklinde dünya ipime, minare kuşağıma düsturu ile hedonizm yalağından bir katre su içmeyi. [Yalnız Nedim'in bu şiiri çok enteresandır. Aslında Osmanlı yaşayışı ya da daha doğru bir ifadeyle Osmanlı'nın İstanbul yaşantısı hakkında önemli bilgiler veriyor. Bir defa bu şiir genç bir erkeğe yazılıyor. Bunu nereden anlıyoruz: Osmanlı seviciler kimi zaman sansüre uğratıp şiirden çıkarıyor olsa da şiirin içinde şöyle bir dörtlük var: "İzn alub Cum'a namazına deyu maderden /Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden / Dolaşub iskeleye doğru nihan yollardan / Gidelim serv-i revanım yürü Sa'd-abad'a" Meali: "Annenden Cuma namazına gidiyorum diye izin al, felekten bir gece çalalım ve gizli yollardan Sa'd-abad'a gidelim". Bilindiği gibi Cuma namazını öteden beri sadece erkekler kılar. Aslında şaşırılacak bir bilgi değil. Ne de olsa Osmanlı, eşcinselliğin serbest olduğu, hatta devlet eliyle korunduğu bir toplumdu. Kendilerine "hiz oğlanları" adı verilen ve genelde hamamlarda (hamam oğlanı tabiri de buradan gelme) yaşayan erkekler "defter-i hizan"a kaydedilirdi. Yani bunlar esnaf olarak kabul edilirdi. Mesela Divan Edebiyatı'nda "şehrengiz" diye bir tür vardır, şehirdeki güzel oğlanları anlatır. Bugün hürmetle yad edilen, her yere ismi konulan Yavuz Sultan Selim'in verdiği emirle dönemin ünlü şeyhülislamı İbn-i Kemal tarafından yazılan "bahname"nin içeriğini görseniz yüzünüz kızarır. Ki sonrasında bu eserin bir kısmı Tuhfet-ül Mülk ismiyle minyatüre çevrilmiştir. Eminim çoğu kişi internet üzerinde denk gelmiştir. Enderunlu Fazıl'ın, Evliya Çelebi'nin yazdıklarından bahsetmiyorum bile... Demem o ki, Osmanlının ya da en azından İstanbul kanadının "i'la-yi kelimetullah" ile uzaktan yakından ilgisi yoktu. Çoğu sapıktı. Ensar vakıflarında olanlar, "badeleme"ler falan işte o döneme hasret duyanların işi. Aynısı Mevlana için de geçerli. Birçok kişinin "hazret" dediği, yücelttiği kişinin Mesnevi'si normalde +18 içeriğe sahiptir. Zoofili, pedofili, ne ararsan bulacağın hikayelerin yer aldığı eser. Sonra da kitabın girizgahında "Bana bunları Allah yazdırttı" demiş. Hem de Bakara Suresi 79'da geçen: "Kitabı kendi elleriyle yazıp da, onunla servet, makam, şöhret ve benzeri basit çıkarlar elde etmek için, 'Bunlar Allah’tan gelmiştir!' diyen kimselerin vay haline!" ilahi nidasına rağmen.]

Bir yığın boş laftan asıl konuya geçiş yapamadım. Bugün itibariyle Cumhurbaşkanı yeni bir "ekonomi seferberliği" başlattığını duyurdu. 18 senedir iktidarda olan, hadi o kadar uzağa gitmeyelim, sadece içinde bulunduğumuz sene içinde "ekonominin sorumlusu benim" diyen, "ekonominin ivme kazandığını, iyi bir konumda olduğumuzu ve dünyanın en büyük 10. ekonomisi arasına gireceğimiz"i, "pandemiden güçlenerek çıkan 3. büyük ekonomi" laflarını söyleyen bizatihi kendisi olduğu halde [tırnak arasında yazdığım şekilde nette arama yapın, kendi medyalarında da bu şekilde konuşmaları görürsünüz] neyin seferberliğini yapacağız çok da anlamadım. Hani çok iyiydi ekonomi, bir anda mı kötü oldu? Yoksa bu yeni bir "kandırılma" veya "rabbim de halkım da bizi affetsin"in dışavurumu mu? Sayın başkan yeni fark ediyor olabilir ama çok uzun zamandır ekonomi zaten kötüydü. Bu platformda da defaten yazdık, söyledik gidişat berbat diye. O zaman da burada bazı meczuplar [her iki manada da] itiraz ediyordu: ekonomi çok iyi, pazarda bolluk var, istersen kredi veriliyor v.s diye de hikmet yumurtluyordu. Zaten bu güruhun sorunu da bu, bizim söylediğimiz şeyi ancak yıllar sonra kabul ediyorlar. Zannediliyor ki keyfimize göre analiz yapıyor, keyfimize ya da dünya görüşümüze göre şu faydalıdır, bu değildir, bu doğrudur, bu yanlıştır diyoruz. Biz eskiden beri "Feto" derdik, onlar "hocaefendi" derlerdi, sonra "fetö" dediler, biz "yetmez ama evet saçmalıktır", "açılım bu haliyle ihanettir", "Barzani'ye, Rusya'ya, Amerika'ya güven olmaz" derdik, sonradan ne halt olduğu anlaşıldı. Corona belası musallat olunca muhalif kanattan bile Sağlık Bakanı için övgüler yağarken "Bakanlık rakamları gizliyor, bu veriler hatalı" dedik, o zaman ülkenin çoğu, Bakanı desteklerken sonrasında Bakan çıktı ve verileri sakladığını söyledi, şimdi çoğu kişi "süreci yönetemedi" diyor. Aynı şeyi ekonomi için de söyledik, ancak idrak ediyorlar. Alın size bir uyarı daha, geçmişte nasıl Feto tehlikeli diyorsak bugün de aynı uyarıyı altın varaklı odalarda tedavi olan, depremle konuşan şeyhe sahip Menzilciler için yapıyoruz. Nasıl olsa gene dikkate alınmayacak :)

Her neyse konu ekonomi. Bildiğiniz gibi uzun sayılacak bir süredir hazine değil, bakkal idare ediliyordu. Hani köylerde ya da nüfusu az olan yerlerde köy/mahalle bakkalları vardır. Evleri bakkalın üst katındadır, dilediği zaman bakkalı kapatıp eve gider uyur, yerine hesap kitap bilip bilmediği çok önemli olmayıp "sadık" olması kafi olan oğlu, karısı, damadı bakar, müşterinin önünde "niye bakkalı açmadın v.s" diye birbirleriyle ağız dalaşına girer falan filan. Bizim hazine de aynı bu şekilde yönetiliyordu. Ekonomi bilgisi sıfıra yakın olan biri sırf önündeki "damat" titrinden dolayı yıllarca Ekonomiyi yönetti. Düşünebiliyor musunuz: "Doları önemsemiyorum, dolara bakmıyorum, istersek doları düşürürüz" diye açıklamalar yapan biri yıllarca hazineyi idare etti. Damat görevi bıraktı ama bakkal işletme mantığı devam ediyor. Aileden hayır gelmeyince "sadık" arkadaş kontenjanından ekonomi Maden Mühendisi birine teslim edildi. Aslında "ekosistem" gibi "akosistem" diye bir şey var ve bu sisteme giren herhangi biri ram olduktan, biat ettikten sonra asla boşta kalmıyor. Komik bir sirkülasyon var. Mesela aynı kişi bir dönem Başbakan, bir dönem Meclis Başkanı, bir dönem Ulaştırma Bakanı, bir dönem İzmir Belediye Başkan adayı, bir dönem İstanbul Belediye Başkan adayı olabiliyor. Bir kişi bir dönem Milli Eğitim Bakanı olurken, bir başka dönem Kadın ve Aileden Sorumlu Bakan olabiliyor. İşte yeni Ekonomi Bakanı da o kabileden, daha önce Ulaştırma Bakanlığı, Kalkınma Bakanlığı yapmış biri. Yani kural şu: "Şüphesiz ki "akosistem" içinde biri her kurumun başına geçebilecek potansiyele haizdir". O işten anlayıp anlamamasının hiçbir önemi yok, sistemin içinde yer alması kafi.

Bir türlü konuya giremiyoruz, bir türlü....

Lehman Brothers'ın batmasıyla sonuçlanan 2008 krizinin ardından Amerika Merkez Bankası (FED) parasal genişleme politikasına başladı. Parasal genişleme ile birlikte gelişmiş ülkelerde faizler dibi gördü. Çünkü FED, Avrupa Merkez Bankası, Japon ve İngiliz Merkez Bankaları para basıp çeşitli yollarla bunu piyasaya sürdü. Faizler sıfır noktasına geldiği için, insanların düşük faizlerle bankalardan kredi çekip tüketim yapması beklendi. Böylece ekonomiye hayat verilecekti. Tabii gelişmiş ülkelerde yaşayan insanların çoğu gerçekçiydi, ekonomiye güvenmedi ve dolayısıyla da harcama yapmaktan kaçındılar. Ellerindeki paraları bankaya yatırıp faiz geliri elde edemiyorlardı, zira o dönem mesela Japonya Merkez Bankası ya da İsviçre Merkez Bankası eksi faiz veriyordu. Yani paranızı bu bankalara yatırdığınızda üstüne para vermek zorundaydınız. [Bugün itibariyle de bazı Avrupa bankaları, Japonya Merkez Bankası aynı şekilde - faiz veriyor] Haliyle insanlar ellerindeki parayı fonlar aracılığıyla gelişmekte olan ülkelerde değerlendirdiler. Hani AKP için yorum yapılırken: "2008 sonrası ekonomi düzelmişti" falan lafı var ya, hah işte o paralar böyle geldi. Hem faiz girişi oldu hem de düşük faizli borçlanmalar gerçekleştirildi. Birkaç yıl o paralarla sefa sürüldü. Tarihler 22 Mayıs 2013'ü gösterdiğinde FED Başkanı Bernanke: "Parasal genişlemeyi sonlandıracağız" diye açıklamada bulununca gelişmekte olan ülkelerin piyasalarında önemli krizler yaşanmaya başlandı. Ülkece yaşanılan şanssızlık şu oldu: Bu açıklamadan bir hafta sonra Gezi Olayları başladığı için bu açıklama dikkat çekmedi ve doların, euronun yükselmesi Gezi Olayları'na bağlandı. Oysa Gezi Olayları olmasaydı o borçlanmaların "gerçek" maliyeti ortaya çıkacaktı. Gelişmiş ülkeler üretimini artırırken bir yandan da seni kendilerine borçlu yapıyordu. Böylece üretimden de vazgeçildi. Peki gelen paralarla ne yapıldı? Yol, köprü, rezidans, yani inşaat, yani taş. Çünkü en kolay para aklama alanı. Sonra lüks tüketim ürünlerinin ithalatı... Son model telefonlar, arabalar, beyaz eşyalar v.s.. Bu şekilde kontrolsüzce gerçekleştirilen tüketim sonrası borç ödeme kısmına gelince dövizin artması da kaçınılmaz oldu. Aslında bu tabir de yanlış, döviz yükselmiyor, değer kaybeden Türk Lirası. Türk Lirası neden değer kaybediyor? Öncelikli neden dış borçlar. Mesela herhangi bir banka sana kredi vermek için yıllar önce dışardan borçlanma gerçekleştirmişti. E onların ödemesi geldi. içeriden Türk Lirası toplayıp bunu döviz yaparak borçlarını ödemeli. Bankalar borç ödedikçe piyasadaki döviz değeri de artıyor. Mevcut hükümetin iktidara geldiğinden beri döviz kurlarına bakalım:

2003: 1.5 2004: 1.42 2005 : 1.34 2006: 1.43 2007: 1.3 2008: 1.29 2009: 1.54
2010: 1.5 2011: 1.67 2012: 1.79 2013: 1.9 2014: 2.2 2015: 2.7
2016: 3.1 2017: 3.7 2018: 4.8 2019: 5.6 2020: 7.6 [ki 8.5'i gördü]

Görüldüğü gibi ödemeler başladığından itibaren yukarı doğru müthiş bir ivme var. Bir başka dikkat çekici husus ise rejim değişikliğinin gerçekleştiği 2018 yılı. Bu dışa bağlı ekonomiler için büyük bir sorun. "Başkanlık gelecek Türkiye uçacak" denildiği zaman da bu endişemizi söylemiştik. Başa geçen kim olursa olsun bugün adı Tayyip olur, yarın Mahmut hiç fark etmez, tek elden yönetimler dışa bağımlı ekonomiler için risklidir. Tamamen güvensizlik hakim olduğu için de eskisi gibi sıcak para girişi olmuyor ve bu da döviz kurlarına yansıyor. Damat'ın "döviz fiyatlarındaki artışa ne diyorsunuz" sorusuna verdiği deli saçması "dolarla mı maaş alıyorsunuz" sözüne aldırış etmeye gerek yok. Tabii ki içtiğimiz su, yediğimiz ekmek, giydiğimiz ayakkabı, kullandığımız otomobil, telefon, televizyon v.s ne varsa dolara endekslediniz. Geçiş garantili yollar, hasta garantili hastaneleri söylemiyorum bile.

Bundan sonra ne olacak? Bir defa bu tüketim ve ithalat çılgınlığından vazgeçilmediği sürece her geçen gün batmaya daha da yaklaşıyoruz. Bunun için de ekonomiye yön veren kişilerin ehil olması şart. 85 milyonluk ülkede bir tane düzgün ekonomist yok mu ki ekonominin idaresi Maden Mühendisi'ne veriliyor? Üretim ekonomisine geçiş yapmadan, ithal ikameci politika izlenmeden kurtuluş yok. Peki bu mümkün mü? Cumhuriyet döneminin oluşturduğu bütün kazanımlar yok edildi. Bugün yeniden başlasak, üretim ekonomisine geçiyoruz desek en iyi ihtimalle 20 sene sonra nefes almaya başlayabiliriz. "Ekonomi seferberliği başlatıyoruz" demekle olmuyor o işler.

Günlük hayatta kullandığımız ve Arapçadan aldığımız "namus" [esasında İslam'da namus diye bir kavram yoktur. İslam'da var olan "iffet"tir. Cebrail'e namus-u ekber denmesinin nedeni ise çok başkadır] kelimesi esasen Eski Yunanca "nomos" sözünden gelir ve asıl manası "düzen", "kural", "kanun" demektir. Gene aynı dilde "oikos", "ev" demektir. Şu halde "oikosnomos" yani "ekonomi", "evin düzeni", "ev yasası" demektir. Şimdi İstiklal Marşı'ndaki o müthiş dizeyi anımsayalım: "Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak". Buradaki "ocak" tabii ki ev manasında kullanılıyor. Evin yasası, düzeni bozulursa yani ekonomi mahvolursa, tütecek ocak kalmazsa tekrardan bir İstiklal Marşı yazılması gerekecek ki üstad yıllar önce "Allah bir daha bu ülkeye İstiklal Marşı yazdırmasın" diyerek mükemmel bir dua etmişti...

Yazıyla alakasız bir not da yönetime: Bu kullanıcı adlarının uzunluğunu niye değiştirdiniz ya hu! Ben bu nicki böyle almamıştım, güdük kaldık. Tiz düzele :)

YORUMLAR

16 Kasım 2020, 03.06
Merhabalar,

Bugüne kadar okuduğum her yazından sonra bi şeyleri araştırma, öğrenme isteği oluştu. Her ne kadar şu sıralar çok da öğrenme heveslisi olmasam da bu yazın da aynı, yine beni itekledi.
Ekonomiydi, işin ehliydi falan pek de girmek istemiyorum o  konulara :)) sen nasılsa girmişsin yeterince ve de ehilce :))  

"Ne atom bombası
Ne Londra Konferansı
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya."

 Ha,  şunu da düşünmeden edemiyorum, hani  mahalle yanıyor demişsin ya...
Mahallenin yanmasından keyif alan belirli bi seyirci grubumuz da var bizim, hani sadece seyreden kitle...  Mahalle yanıyor hey hat, diye bağıran ama yangını söndürmek için eline bir kova bile almayan..  Aksine mahalle yanarken küller arasında, neysee   :))  

..............................

Seni okumayı seviyorum BirAdam.

17 Kasım 2020, 15.34
Merhaba.
Hiç bir yoruma gerek kalmadan  Türkiye nin içinde bulunduğu durumu net bir şekilde analiz etmişsiniz.Bence bu yazı  anlamayanlara itahaf olunmalı.Kaleminize sağlık.
18 Kasım 2020, 16.46
Babette, Orhan Veli'nin bu şiirine cevaben yıllar önce şöyle bir şey yazmıştım: "Garip çelişkiler var hayatta. Yaşadıklarımız ve hayatımız doğru çözülmüş bir bulmacanın parçaları gibi yerli yerine oturduğunda, tekrar, bir kez olsun arzulanmak isteriz ve daha yaşayacağımız çok şey olduğuna inandığımız anlarda -di'li geçmişimizi paylaştığımız insandır, bizi kısa da olsa duygu yüklü bir anı olarak hatırlamasını dilediğimiz... Bu düşünceye inanıyorsanız şu soruyu sorar mısınız kendinize: "Doğanın ve hayatın getirdikleriyle yetineceğime ve tıpkı kaygısızlığını ve sorunsuzluğunu kıskandığım yüzlerce insan gibi geceleri uyuyacağıma neden hayatı zorluyorum?"
Aslında bu şiir sorunlu ve çok da tahlil edilmeyen bir dönemi anlatıyor. Atom bombası, 2. Dünya Savaşı'nın en sancılı dönemlerini remzederken, Londra Konferansı ise, savaş sonunda imzalanan barışı temsil ediyor. [Türkçe olarak bu Konferansa dair çok fazla bilgiye ulaşmak mümkün değil. Ancak meraklısı bilir. O yüzden şiirdeki Londra Konferansı ne acaba diye araştırma yapılırsa, önünüze gelecek iki veri var: Birincisi Osmanlı döneminde gerçekleşen barış görüşmesi. İkincisi ise 1921 yılında yapılmış ve TBMM'nin tüm dünyada tanınmasını sağlayan bir antlaşmadır. Şiirdeki aynı isimli konferansın bu ikisiyle de alakası yok] Yani dünyanın en kanlı savaşını ve sonrasında gelen barışı umursamayan, ilgilenmeyen bir kadın profili çiziliyor. Bahsedilen dönem 1948'li yıllar. Türkiye'de Tek Parti iktidarı var ve sosyolojik yaşam son derece sancılı. Şiir çok kısa olduğu için Orhan Veli, "kadın"ın sosyal yaşamdan izole edildiği, yok sayıldığı eleştirisini mi yapıyor yoksa "kadın"ın kendisine yüklenen bu misyonu bile-isteye kabul etmesinin sıkıntısını mı duyuyor bilmiyoruz. Şiirin adı "cımbızlı şiir". Eğer "cımbız" üzerinden bir metafor yaratırsak, cımbızın "kıskaç" vazifesi görmesinden ötürü, "kadın"ın da sosyal yaşamda dört duvar arasına sıkıştırıldığını, kıstırıldığını düşünmek mümkün. Tabii bunlar farazi, kim bilir ne düşündü :) Daha önce duydun mu bilmiyorum, özellikle üniversite yıllarında erkek öğrenci evlerinde yemek sonrası şöyle bir şey denir: "Ben yedim Allah artırsın, sofrayı kuran kaldırsın". Madem bu şiiri sofraya getirdin, ben de yedim, sofrayı da kaldırmak sana düşer. Kafana göre yorumlarsın artık. Dur bir saniye, oradaki "sofrayı kuran kaldırsın" derken acaba "yemek duası"na bir atıf var mı ki? Yani oradaki "kuran", "Kur'an" olabilir mi? Çok ilginç, araştırmak lazım... Teşekkürler..
Cafo, söylediklerinden çok haklısın. Zaten bizde esas sorun "muhalefet". Muhalefet derken, salt muhalif partilerden bahsetmiyorum. Sevdiğimiz, taraf olduğumuz kişi, kurum, parti ya da her ne ise, ona karşı muhalif olma, doğru analiz etme, objektif davranma gibi özelliklerden mahrumuz. Çoğu kişinin bildiğini düşündüğüm meşhur kıssayı tekrar anlatayım bu vesile ile: Vakt-i zamanında bir Türk, bir Kürt ve bir Ermeni bir vesile ile birlikte yolculuk yaparlar. Tabii dönem itibariyle yolculuk dediğimiz de yürüyerek gerçekleştiriliyor. Mevsim yaz ve yürüdükçe su ve yeme ihtiyacı hasıl oluyor. Yakında bir üzüm bağı görüyorlar ve tabir-i caize bağa dalıyorlar. Tesadüf o ki, bağın bakıcısı da oradadır ama üçünün de susuzluktan gözü döndüğü için "bağban"ı fark etmiyorlar. Bağban bağırış, çağırış eşliğinde bunlara yöneliyor. Bir iki soru sorarak onların etnik kimliğini anlıyor. Bağban kendi kendine "üçünü tek başına dövemem" diyerek önce Ermeni'ye dönüyor ve: "Bre deyyus, hadi bu ikisi Müslüman, üzümler onlara helal olsun da seninle aynı dine bile inanmıyoruz. Nasıl yersin" diyerek başlıyor tokatlamaya. Tabii diğer ikisi kendilerini "seçilmiş" olarak düşündükleri için yol arkadaşlarının dayak yemesine ses çıkartmıyorlar. Ermeni yediği dayaktan ötürü yuvarlanıyor aşağıya doğru. Bağban bu defa Kürde dönüyor ve "Tamam Müslümansın da seninle aynı kandan bile değiliz. Türk'e canım da malım da feda olsun. Sen ne demeye yiyorsun" diyerek onu da güzelce dövmeye başlıyor. Gene "seçilmiş" olduğunu düşünen Türk'ten ses yok. Kürt de yuvarlana yuvarlana Ermeni'nin yanına doğru gidiyor. Bağban bu defa Türk'e yanaşıyor: "Tamam aynı kandanız, aynı dine inanıyoruz da hırsızlık yapmak haram değil mi puşt" diyerek bir güzel dövüyor. Yuvarlanarak Kürt'ün yanına doğru gelen Türk, Kürt'e dönüyor ve "Biz o Ermeni'yi dövdürmeyecektik" diyor.
Martin Niemöller isminde Nazi Almanya'sını yaşamış bir rahibin dediği gibi: "Naziler önce komünistler için geldiler, bir şey demedim çünkü komünist değildim. Sonra Yahudiler için geldiler ve bir şey demedim çünkü Yahudi değildim. Sonra sendikacılar için geldiler ve bir şey demedim çünkü sendikacı değildim. Sonra Katolikler için geldiler ve bir şey demedim çünkü Katolik değildim. Ve sonra benim için geldiklerinde ise çevremde benim için bir şeyler diyecek kimse kalmamıştı." Dün "bana ne" dediğin, bugün "ucu bana dokunmuyor" diye reva gördüğün şey, bir gün mutlaka senin de başına gelecektir. Bana göre doğanın en büyük kuralı şu: kınadığın ya da umursamağın bir şeyi yaşamadan ölme şansın yok. Yorumun için teşekkürler cafo...
MCP, teşekkür ederim.
18 Kasım 2020, 19.58
Merhabalar tekrardan,

Şiir için çok şey söyleyebiliriz heralde,  şiirin yazıldığı dönemdeki dünya meselelerinin,   kadının soysal yaşamdan nasıl izole edildiğinin şiire yansıması olarak falan da düşünebiliriz şiir için senin de belirttiğin gibi.
 Belki salt bi kadına yönelik eleştiri olabileceği gibi belki de  genel olarak kadının kendini nasıl tükettiğinin resmidir şiir. Elinde cımbız, gün boyu kocasının eve geliş saatini bekliyor bu esnada da kendini kocasına hazırlıyor. cımbız ayna :)  Cımbız, her defasında kendinden bir şeyler eksilttiğini simgeliyor belkide.
Atom bombası, Londra Konferansı....  Bunlar kadının dünyasında yok, zira kadına ait bir dünya da yok belki de..

Ama ben başka şeyler de olabilir diye düşünüyorum şuan şirde, hani şairimiz ironiyi kullanır, sever ya ondan sebep belki. ( ne çok belki ifadesi kullandım )   
Zira şiirin hiçbir yerinde " kadın" ibaresini görmüyoruz, bir isim de yok :) Niye kadın olarak algılıyoruz o zaman.  Çocuk olabilir, yaşlı olabilir, kadın olabilir, erkek olabilir, kimbilir. Hiçbiri de olmayabilir.
 Ülke olabilir mesela ya da ülkenin yönetim birimleri olabilir... Belki dönem siyasetini yansıtıyordur şiir, dünya da onca şey olup biterken bunların dışında kalmaya çalışmak, çalışırken de nereye yöneleceğini bilememektir anlatılan.  ( gerçi dışında da kalınmamış )
Gerçeklikten kopmayı temsil ediyordur belki de ayna.

 Neyse işte öyle :)))  Ben kafama göre  yorumlarım :))

Yapardık biz bunu okul sıralarında :) Üç satır yazardık, yorumla derdik. Özdemir Asaf olurduk, Orhan Veli olurduk, gerçi hiçbirini de olamazdık ya işte şamata bizimkisi. 

Al bi tane daha....  ( bu da tatlı niyetine ) :))))

"Cep delik, cepken delik,
 Kol delik, mintan delik,
 Yen delik, kaftan delik,
 Kevgir misin be kardeşlik!"

İyi ki varsın Bir Adam,

Ha bi de sofra muhabbeti var di mi:)  En iyi sen araştırırsın bunu, hiç beni yorma. Ama ben hatırlıyorum bizim evde bi, hep sofrayı kuralım, sofra kuruldu ifadeleri kullanılırdı. Kur'an olarak algılanmıyordu bizim evde :))    

Gördüğün üzere bi şeyleri toplama niyetim falan yok :))  Hem niye topluyoruz sofrayı, biz yine acıkacağız...  :))))))) 






21 Kasım 2020, 00.48
''Özgürlükçü osmanlı'' ve ''aydın mehmet akif'' kısımları dışında yazının tamamına hem fikirim. Kritik olan çok önemli bir detay ise eleştirdiğimiz birey,kurum,rejim herneyse beslendikleri iki temel dinamik osmanlı ve mehmet akif. Çelişkileri de seni de seviyoruz adam. Mahalle yanarken saçını taramayanlara selam olsun.
04 Aralık 2020, 13.41
Cahillik mutluluktur...

Cahillikten kurtulmak kolay...tekrar cahil olmak zor...

Ben cahil olmak istiyorum..
06 Aralık 2020, 08.57
Bu siteye  eğlenmeye geliyoruz .Siyaset çıkıyor karşımıza .Bırakın bari burada kafa dinleyelim !
Destan yazmaya da gerek yok, Kimse tamamını okumaz bu yazının.Kendi değirmenine (Yandaşlarına ) su taşımaya çalışılma çabası da  gözlerden kaçmıyor .
Yorum yapabilmek için ÜYE GİRİŞİ yapmalısın