Kırık... l-ll
18 Ocak 2021, 08.50 A- A+
Okumakta olduğum kitabın ayracının yerini, sürekli iki üç sayfa öne alıyor olduğunu biliyordum. Yine de bilmezden geliyordum. Kitabı her elime aldığımda, senin hınzır bakışlarını görüyor, sırf sen mutlu ol diye, yüzüme şaşkın bir ifade yerleştirip söylenerek sayfaları karıştırıyordum. Bu şaşkın halimi görmekten o kadar mutlu oluyordun ki, sana gizliden baktığımı bile fark etmiyordun. Oysa ben, yüzündeki o tebessümü görmek için, değil bir iki sayfayı, aynı kitabı yüzlerce kez okumaya dünden razıydım. Bilmiyordun...
Güzel ruhunu, ikinci sınıf kalabalıklara soktuğun o zamanlar, uyarmıştım seni. Sobaya elleme, dedikleri halde, ne olacağını görmek için dokunup yanan bir çocuğun acemi merakındaydın. İnsanlara yavaş yavaş güven duyacağına, tam güvenle başlayıp zamanla eksiltiyordun. Sana kalsa tüm insanlar, ilk perdede sonsuz güvenilmeyi hak ediyordu ve herkesin samimi bir kalbi vardı, olmalıydı. İlla kiri elinle tutacaktın kirli olduğunu anlayabilmek için; pis soluklarını duymak için sokulacaktın onlara. Onlara bulaşan elin, ayağın, ağzın kirleniyordu, fark etmiyordun. İçindeki idealisti ve saf merhameti ruhundan ayırabilsem, hiç düşünmez çekip vururdum o ikisini. Tabii o zamanlar; kalemini, o pis kalemtraşla, biraz da kendini yontarak bilediğini bilmiyordum.
Dünyanın bütün güllerini, yalnızca senin için derme telaşında olduğumu sana söylesem; acaba bu günahımdan affedilebilir miydim. Veya o masal dünyasına ait olan gece seni öpsem, aramıza iki kıta mesafe koyacak o uçağa yine de biner miydin. Bu ikisinden birinin olma ihtimali, o masalsı gecenin göğünden ve denizinden bile karanlıktı biliyorum. Yine de, hani senin o çok sevdiğin sesimle, sana 'put your lights on'u söylerken, gözbebeklerinin büyümesinin sadece karanlıktan olmadığı gibi bir umudu; yüreğimin en yalancı, en kendine yontan tarafı bana fısıldıyordu. Aslında ben, sana kaderimin şarkısını söylüyordum ve sen, o kaderin cisimleşmiş hali olarak, taştan bir venüs heykeli gibi karşımda duruyordun.
Beni ne kadar sevdiğini biliyordum. En sevdiğin arkadaşındım ben senin. Sana aşkla baktığımı yakaladığında, beni kaybetmek istemediğin için, durumu önce göğsünde yumuşatıp sonra bir voleyle basıyordun "kanka"yı. "Kanka hadi çay yapalım" " Haydi kankam, kalk sinemaya gidelim" Hatırlatıyordun sendeki yerimi; utanıyor, sıkılıyor, şiddetle o "kanka" duvarına çarpıyordum, yüzüm gözüm kan içinde kalıyordu. Yapabilecek bir şey yoktu benim için, bitiktim.
Beraber izlediğimiz berbat bir filmin, tek güzel repliğiydi o göz yaşı biriktirme şişelerinden bahsettikleri bölüm. Film bittiğinde ikimiz de aynı kanıdaydık; büyük ihtimal şahane bir kitabın, iğrenç bir senaryoya dökülmesiydi bu film. Fakat o detay ikimizi de etkilemişti. O gözyaşı şişelerinin, sadece bana ait olacağını sen bilmiyordun. Bunu sadece ben biliyordum; o gözyaşlarının hepsi, benim sana duyduğum çaresiz aşk için ve benim tarafımdan dökülecekti.
Bir ay sonra, seni bir uçağa bindirip sevdiğin adama gönderecektim. Yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Belki o sahilde, o siyah o yakamozlu gecede seni öpmeliydim. Hani bir mucize olur, ikimize ait bir dünyaya ışınlanırdık belki. Belki anlardın; seni, benden çok kimsenin hak etmediğini, böylesine sevemeyeceğini.
Ne o gün, ne de sonra hiç öpemedim seni
Ben öpemedim...
SANA BÜYÜK BİR SIR VERECEĞİM
Sana büyük bir sır vereceğim; zaman sensin, zaman kadındır.
Gönlü çelinsin ister, oturulsun ister eteklerinin dibinde;
ayaklarının üzerine dökülmeye hazır bir giysi; upuzun, taralı bir saç gibi...
Sanki soluğuyla buğulandırılıp sonra da sildiği bir ayna gibidir zaman
Zaman, kadındır
Zaman sensin; şafak sökerken uyuyan sen ve ben yanı başında ayakta.
Sensin, bir bıçak gibi kesen boynumu
Ah bu dile getiremediğim, ah bu geçmek bilmez zamanın işkencesi
Pıhtılaşmış bir kan gibi, mavi damarlarda duran ama artık dolaşmayan
Hiç doyurulmamış arzudan da beterdir bu.
Seyrederken seni odada, daha berbat bir şey yoktur sana susamaktan
Ama biliyorum bu büyüyü bozmamam gerek
Daha beter çünkü içimdeki seni bir yabancı gibi hissetmek
Aklı, an'da; ama yüreği, başka yüzyıllarda olmak.
Sözcükler ne kadar da ağır tanrım tüm bunları anlatırken
İşin aslı; aşkım, hazzın ötesine taşınmış
dokunmakla da erişilmez bugün ona,
vuruyorsun bir saat gibi şakaklarımda.
Duraksayarak gelir ve tenime dokunur ayak seslerin
Boğulmuyorsam eğer, bil ki nefesindendir.
Sana büyük bir sır vereceğim;
Her söz, acınası bir dilenciye benziyor dudaklarımın arasında
Acınacak şeyler, ellerine yaraşmaz, kararan şeylerdir onlar bakışlarının altında
İşte bundandır sık sık "seni seviyorum" deyişim
Yeterince parlak bir kristal cümleyi, boynuna takamayışımdandır.
Bu kaba konuşmam kırmasın seni,
basit bir sudur o, ateşin içinde tatsız bir gürültü çıkartan.
Sana büyük bir sır vereceğim;
Beceremiyorum sana benzeyen zamanlardan söz açmayı ,
beceremiyorum senden dem vurmayı.
Özeniyorum yalnızca;
hani bir tren garında, o uzun uzun el sallayanlara.
Trenler çekip gittikten sonra;
hani akan gözyaşlarının ağırlığıyla, bilekleri çaresizce havada kalanlara.
Sana büyük bir sır vereceğim; korkuyorum senden
Korkuyorum akşamüstleri seni pencereye yönelten şeylerden,
davranışlardan korkuyorum, söylenilmedik şeylerden,
hızlıca ve usulca geçen zamandan...
Senden korkuyorum.
Kapat kapıları kapat! Sana büyük bir sır vereceğim;
Ölmek, daha kolaydır sevmekten
İşte bu yüzdendir yaşamak için direnmem
Sevgilim.
Louis Aragon
*Şiirde yaptığım tahriften dolayı, şairden özür dilerim.
Güzel ruhunu, ikinci sınıf kalabalıklara soktuğun o zamanlar, uyarmıştım seni. Sobaya elleme, dedikleri halde, ne olacağını görmek için dokunup yanan bir çocuğun acemi merakındaydın. İnsanlara yavaş yavaş güven duyacağına, tam güvenle başlayıp zamanla eksiltiyordun. Sana kalsa tüm insanlar, ilk perdede sonsuz güvenilmeyi hak ediyordu ve herkesin samimi bir kalbi vardı, olmalıydı. İlla kiri elinle tutacaktın kirli olduğunu anlayabilmek için; pis soluklarını duymak için sokulacaktın onlara. Onlara bulaşan elin, ayağın, ağzın kirleniyordu, fark etmiyordun. İçindeki idealisti ve saf merhameti ruhundan ayırabilsem, hiç düşünmez çekip vururdum o ikisini. Tabii o zamanlar; kalemini, o pis kalemtraşla, biraz da kendini yontarak bilediğini bilmiyordum.
Dünyanın bütün güllerini, yalnızca senin için derme telaşında olduğumu sana söylesem; acaba bu günahımdan affedilebilir miydim. Veya o masal dünyasına ait olan gece seni öpsem, aramıza iki kıta mesafe koyacak o uçağa yine de biner miydin. Bu ikisinden birinin olma ihtimali, o masalsı gecenin göğünden ve denizinden bile karanlıktı biliyorum. Yine de, hani senin o çok sevdiğin sesimle, sana 'put your lights on'u söylerken, gözbebeklerinin büyümesinin sadece karanlıktan olmadığı gibi bir umudu; yüreğimin en yalancı, en kendine yontan tarafı bana fısıldıyordu. Aslında ben, sana kaderimin şarkısını söylüyordum ve sen, o kaderin cisimleşmiş hali olarak, taştan bir venüs heykeli gibi karşımda duruyordun.
Gecenin ve denizin simsiyahı, sığda balık avlayan adamın elindeki fenerin ışığıyla aydınlanıyordu. Elinde tuttuğu büyük fener, sadece bulunduğu yeri ışıtıyor, geçtiği yerde mucize gibi bir kuple yakamoz icat ediyordu. Sen de; elinde bira şişesi, üzerinde beyaz bol gömleğin, arabaya yaslanmış duruyordun. Bir ahmak ıslatan yağmuruyla iki kişi ıslanıyor; ama ben, gerçek ahmaklığın sadece bana ait olduğunu biliyordum.Saçların ıslandıkça, gömleğinin yakasının arasından görünen tenine yapışıyor, tenin, ayla beraber parlıyordu. Gözlerime, sana bakmaktan vazgeçmesi için yalvarıyordum. Bilsen ne zordu seni öpmemek o gece.
O tene, öyle bir ay ışığında bir kez yakından tanık olmuştum. Berbat bir Ağustos gecesi, berbat bir sarhoşluğun ardından, kendimizi eve atıp uyumuştuk. Yani daha ziyade sen uyumuştun. Ben seni izlerken; bu uzun bacakların, kollarımda olursa daha ne kadar uzayabileceğini merak ediyordum. Ay, ışıksız odada ne varsa üzerine tuhaf gölgeler bırakıyordu. Senin, benim olamayacağın gerçeği, sen uyurken kayboluyordu, bir cesaret tüm çıplaklığımla sana soyunuyordum. Düşümde, ayın ışığıyla gerçek olamayacak bir beyaza boyanmış o uzun bacakları kollarıma hapsediyordum. Katıksız şehvet gibi görünen bu hissin, asla bir arzu nesnesi yapamayacak olduğum 'sana' yönelmesi esasında midemi bulandırıyordu. Tam olarak isim koyamadığım bu duyguyu, ancak başka bir evrende, insan olmayan canlılar hissedebilirdi sanki. Bu kadar yakınımdayken sana dokunabilmenin imkansızlığı, uzaktayken dokunabilmenin imkansızlığından da imkansızdı. Yine de alıkoyamıyordum senden kendimi. Bütün gece gözümü kırpmadan seni izledim. Bir kez daha asla yanında uyanamayacak olan biçare ben, güneşin ışığıyla huysuzca uyanıp gözlerini açtığında, o gözlere düşen ilk güneş huzmesini görecektim. Hem ilk defa hem de son defa...
Beni ne kadar sevdiğini biliyordum. En sevdiğin arkadaşındım ben senin. Sana aşkla baktığımı yakaladığında, beni kaybetmek istemediğin için, durumu önce göğsünde yumuşatıp sonra bir voleyle basıyordun "kanka"yı. "Kanka hadi çay yapalım" " Haydi kankam, kalk sinemaya gidelim" Hatırlatıyordun sendeki yerimi; utanıyor, sıkılıyor, şiddetle o "kanka" duvarına çarpıyordum, yüzüm gözüm kan içinde kalıyordu. Yapabilecek bir şey yoktu benim için, bitiktim.
Ne o gün, ne de sonra hiç öpemedim seni
Ben öpemedim...
Sen gittin.
------------------------------------------
SANA BÜYÜK BİR SIR VERECEĞİM
Sana büyük bir sır vereceğim; zaman sensin, zaman kadındır.
Gönlü çelinsin ister, oturulsun ister eteklerinin dibinde;
ayaklarının üzerine dökülmeye hazır bir giysi; upuzun, taralı bir saç gibi...
Sanki soluğuyla buğulandırılıp sonra da sildiği bir ayna gibidir zaman
Zaman, kadındır
Zaman sensin; şafak sökerken uyuyan sen ve ben yanı başında ayakta.
Sensin, bir bıçak gibi kesen boynumu
Ah bu dile getiremediğim, ah bu geçmek bilmez zamanın işkencesi
Pıhtılaşmış bir kan gibi, mavi damarlarda duran ama artık dolaşmayan
Hiç doyurulmamış arzudan da beterdir bu.
Seyrederken seni odada, daha berbat bir şey yoktur sana susamaktan
Ama biliyorum bu büyüyü bozmamam gerek
Daha beter çünkü içimdeki seni bir yabancı gibi hissetmek
Aklı, an'da; ama yüreği, başka yüzyıllarda olmak.
Sözcükler ne kadar da ağır tanrım tüm bunları anlatırken
İşin aslı; aşkım, hazzın ötesine taşınmış
dokunmakla da erişilmez bugün ona,
vuruyorsun bir saat gibi şakaklarımda.
Duraksayarak gelir ve tenime dokunur ayak seslerin
Boğulmuyorsam eğer, bil ki nefesindendir.
Sana büyük bir sır vereceğim;
Her söz, acınası bir dilenciye benziyor dudaklarımın arasında
Acınacak şeyler, ellerine yaraşmaz, kararan şeylerdir onlar bakışlarının altında
İşte bundandır sık sık "seni seviyorum" deyişim
Yeterince parlak bir kristal cümleyi, boynuna takamayışımdandır.
Bu kaba konuşmam kırmasın seni,
basit bir sudur o, ateşin içinde tatsız bir gürültü çıkartan.
Sana büyük bir sır vereceğim;
Beceremiyorum sana benzeyen zamanlardan söz açmayı ,
beceremiyorum senden dem vurmayı.
Özeniyorum yalnızca;
hani bir tren garında, o uzun uzun el sallayanlara.
Trenler çekip gittikten sonra;
hani akan gözyaşlarının ağırlığıyla, bilekleri çaresizce havada kalanlara.
Sana büyük bir sır vereceğim; korkuyorum senden
Korkuyorum akşamüstleri seni pencereye yönelten şeylerden,
davranışlardan korkuyorum, söylenilmedik şeylerden,
hızlıca ve usulca geçen zamandan...
Senden korkuyorum.
Kapat kapıları kapat! Sana büyük bir sır vereceğim;
Ölmek, daha kolaydır sevmekten
İşte bu yüzdendir yaşamak için direnmem
Sevgilim.
Louis Aragon
*Şiirde yaptığım tahriften dolayı, şairden özür dilerim.
YORUMLAR
Yazıdaki iki karakter de sonuna kadar kendi duygularını yaşamış ve bundan haz almış. Biri dokunmadan aşkı yaşamanın hazzını diğeri kendisine böylesi aşık birinin aşka dokunmadan yaşattığı arkadaşlığın hazzını. Almışlar yani.
Öpemedim demiş bir de öpmedim değil öpemedim.
Yağmurlu gecede öpebilirdi kanımca:))) Arabaya yaslanmış ay ışığı tene dokunmuş, gömlek vs. Bazen resmi iyi okumak lazım. ( Bence kadın da istemiş biraz içten içe)
Ahmaklığı tutmuş işte ne diyeyim
Ha bi de ; sen ona aşıksın sen ona aşıksın sen ona aşıksın durumu var.
Bu arada Galactic Beyefendi, senin yazını ve bu yazıya yaptığın yorumu pür dikkat okudum. Yazında whatsap bölümünü karıştırmasan daha iyi olurmuş. Gereksiz bi ayrıntı gibime geldi o bölüm. Neyse bütün olarak güzeldi. Buradaki yorum da , yorum yorum değil üç blog maşallah :)) Genel olarak söylediklerin kayda değer şeyler, iyiydi.
Birçok özelliği bünyesinde barındıran güzel kadın, kalemine sağlık...
Babettem şahanem sen bu yazı irdeleme mevzusuna taktın bi iyice :) Bir de yazıdaki kadına gıcık kapmışsın, burdan öyle görünüyor. Kadının hali, erkek tarafından aktarıldığına göre -gömlek, ten, ayışığı filan- nasıl kadının da meyyal olduğunu düşündün bilmiyorum, yani o cümleden nasıl çıkardın bunu bilmem. Hem kadına öyle "ahmak" filan demesek ucu sevdiğin birine dokunur filan, neme lazım .dddddd Sağol Babettem yorumun için Çok tatsızsın yalnız, fark ettim onu ben. Gayet SAÇMA bir tatsızlık hali, olaya dalacaktım ama arkadaşların arasına da girmeyeyim, dedim. Herkesin saçmalama hakkı vardır neticede. Saçmaladığının farkında olana, taammüden saçmalayana da "saçmalıyor" diyemeyiz ki gülmek ve güldürmektir amacı zaten. Ben de şaaane saçmalarım:) Yani... Bilmiyorum işte, üzüldüm neyse mevzunuz artık
Kadına gıcık kapmadım, biraz kendimi bulmuşluğum da var aslında onda. Şahane kadınlar öyle yapar :))))))
Diğer mevzulara gelince, gelmeyelim boşveeeeer.....
Ha bi de fikrini belirtmeni istediğim bir konu; Sadist ve mazoşist, bu iki insan tipi kesinlikle birlikte olmalı mı, ya da kesinlikle birlikte olmamalı mı? Ayrıntılı fikrini alayım nedenleriyle birlikte :))
Bir grup bilim adamı olmalı demiş, çünkü biri acı vermekten diğeri çekmekten haz ediyor.
Bir grup bilim adamı da hayır olmamalı demiş, çünkü bunlar ayarsız tipler acının dozunu kaçırabilirler.
Galactic, koyun başı beklerken geceyi güne eklerken sen de belirtiver fikirceğizini :))
İmamın açtığı yolda cemaatin yürümesi olarak görelim biz bu durumu :)))
Başım cidden fena ağrıyor:)) Yoksa var bende çok mevzu da.....