Nereye Gidiyorsun
23 Ocak 2021, 01.35 A- A+
Ankara’da gardaydı. Bilmem kaçıncı seferini yapan trene binip, gidebildiği en uzak yere gidecekti. Suskundu, zaten konuşacak kimsesi de yoktu yanında.
Kalkış saati geldiğinde telaş içinde oradan oraya savrulan insanlarla birlikte bindi trene. Pencere kenarındaki koltuğa oturup başını cama yasladı. Hiç bilmediği bir şehre yol alırken tren o başını cama dayamış öylesine seyrediyordu trenin geçtiği güzergahları. Yanından birileri geçiyor bir şeyler falan soran oluyor, o başını kaldırıp bakmakla yetiniyordu sadece onlara. Susuyordu.
Yolculuk boyu seyretti trenin geçtiği her mecrayı. Kaç istasyon geçti saymıyordu ama okuyordu her tabelayı. Onca zaman yerinden neredeyse hiç kalkmamıştı. Bilmem kaç saat boyunca elindeki su şişesinden birkaç yudum su içmişti sadece. Günün gecenin ayrımında mıydı meçhul.
Son istasyon, dediklerinde üşüdüğünü fark etti. Trende kalan son yolcularla birlikte indi o da bilmediği bir şehrin sabahına. Herkes bir tarafa dağıldığında tren garında kalakaldı öylece. Bir taksiye bindi neden sonra, nereye gideceğini bilmeden. Şehir merkezinde, “burası “ deyip indi taksiden, orasının neresi olduğuna dair hiçbir fikri yoktu oysa. Sığınacak bir yer arıyordu sokaklarda, bir pencere ilişti gözüne parmaklıklar ardında kalmış tozlu camlarıyla.
Evin cümle kapısını açıp bahçeye girip zile bastığında genç bir kız açtı kapıyı, bodrum katı için geldiğini söyleyebildi, zor duyulan bir sesle ona. İçeri buyur etti ev sahibinin genç kızı kapıda duran hemcinsini. Babam gelsin söyler kiralayıp kiralayamayacağını, dedi şaşkın şekilde. Beklerken kahvaltı tepsisi getirdi kim olduğunu bilmediği, öylece kapıda beliriveren misafire.
Tepside gördüğü peynirlere daldı gözleri , yarım bardak çay içti. Karşısındaki bir şeyler soruyor o bir şeyler anlatıyordu. Babasını beklemedi kız, verdi bodrum katının anahtarını.
Uzun soğuk bir koridor, koridorun sonunda büyük bir su deposu ve deponun yanı başında birkaç basamakla çıkılan bir banyo tuvalet bölümü ve koridorun bir duvarına yerleştirilen mutfak lavabosu... Gördüğü ilk kapıyı açtı. Küçük bir giriş bölümüne açılan iki küçük oda belirdi karşısında. Birkaç gün sonra odanın birinde, küçük bir karyola, eski bir halı, penceresine perde diye çekilmiş beyaz bir çarşaf varlığı oldu. Yolun karşısındaki evin yanındaki ağacı mesken tutan kedi ve o kediyi kovalayan köpek bildi sadece oradaki varlığını sonrasında. Tozlu camlarını silmeden birkaç ay yaşadığı bodrum katında bolca üşüdü yaz ortasında.
Gündüzleri dışarı çıkıyordu zaman zaman, sığındığı şehrin sokaklarında yürümek iyi geliyordu ruhuna, şehrin yaşanmışlığı onun yaşanmışlığına ekleniyordu adeta. Bu küçük doğu şehri, misafirinin halinden anlamış ve ona sessiz bir şefkat sunmuştu. Yine de dinmiyordu sakininin içindeki çığlık, yetmiyordu onca medeniyeti bağrına basmış şehrin onu da kucaklaması.
Sormamıştı gelirken şehre, bana yer açar mısın diye, şimdi de söylemiyordu gittiğini. Usulca kayboluyordu şehrin göğünden silüeti. Ayrılıyordu şehirden.
Yataklı vagonda yer buldu kendine. Aylardır süren uykusuzluğunu gideririm sanıyordu. Ne çare ki biner binmez yine başını dayadı cama. Bilmem kaç saat süren, günü geceye geceyi güne bağlayan yolculukta yine tüm tabelaları okuyarak dışarıyı seyretti uyumadan. Babası bekliyordu Ankara’da.
Trenden indiğinde koşar adım ona doğru gelen babasını gördü. Bir banka oturdular, sustular. Anonsu duyduklarında çocukluğunu yitirdiği şehre giden trene bindiler birlikte. Pencere kenarına oturdu yine, tren hareket eder etmez uyudu. Kafasının içindeki çığlıkları duymadan, istasyonlardaki tabelaları okumadan uyudu.
Yıllar sonra zaman zaman düşündü sığındığı o şehri ve babasıyla yaptığı o tek yolculuğu. Oturdukları bankta anlatamadıklarını, konuşamadıklarını... Unutmadı, bir daha hiç gitmediği o şehri ve bir daha birlikte hiç yolculuk yapmadığı babasını.
Şimdilerde ise sığındığı başka bir şehrin ayazında, pencerelerinde parmaklıkları olmayan bir çatı katında yine üşüyor. Şehirler değişiyor, sokaklar değişiyor, zihni kendine yeni anılar inşa etsede geçmiş değişmiyor.
Bu şehir ona açıyor göğünün ışıklarını ve tüm sokaklarını, bodrum katında yaşadığı o şehri unutturmak istercesine. Hiç bilmese de kadın, şehir örtüyor geceleri üşümesin diye üstünü.
Kalkış saati geldiğinde telaş içinde oradan oraya savrulan insanlarla birlikte bindi trene. Pencere kenarındaki koltuğa oturup başını cama yasladı. Hiç bilmediği bir şehre yol alırken tren o başını cama dayamış öylesine seyrediyordu trenin geçtiği güzergahları. Yanından birileri geçiyor bir şeyler falan soran oluyor, o başını kaldırıp bakmakla yetiniyordu sadece onlara. Susuyordu.
Yolculuk boyu seyretti trenin geçtiği her mecrayı. Kaç istasyon geçti saymıyordu ama okuyordu her tabelayı. Onca zaman yerinden neredeyse hiç kalkmamıştı. Bilmem kaç saat boyunca elindeki su şişesinden birkaç yudum su içmişti sadece. Günün gecenin ayrımında mıydı meçhul.
Son istasyon, dediklerinde üşüdüğünü fark etti. Trende kalan son yolcularla birlikte indi o da bilmediği bir şehrin sabahına. Herkes bir tarafa dağıldığında tren garında kalakaldı öylece. Bir taksiye bindi neden sonra, nereye gideceğini bilmeden. Şehir merkezinde, “burası “ deyip indi taksiden, orasının neresi olduğuna dair hiçbir fikri yoktu oysa. Sığınacak bir yer arıyordu sokaklarda, bir pencere ilişti gözüne parmaklıklar ardında kalmış tozlu camlarıyla.
Evin cümle kapısını açıp bahçeye girip zile bastığında genç bir kız açtı kapıyı, bodrum katı için geldiğini söyleyebildi, zor duyulan bir sesle ona. İçeri buyur etti ev sahibinin genç kızı kapıda duran hemcinsini. Babam gelsin söyler kiralayıp kiralayamayacağını, dedi şaşkın şekilde. Beklerken kahvaltı tepsisi getirdi kim olduğunu bilmediği, öylece kapıda beliriveren misafire.
Tepside gördüğü peynirlere daldı gözleri , yarım bardak çay içti. Karşısındaki bir şeyler soruyor o bir şeyler anlatıyordu. Babasını beklemedi kız, verdi bodrum katının anahtarını.
Uzun soğuk bir koridor, koridorun sonunda büyük bir su deposu ve deponun yanı başında birkaç basamakla çıkılan bir banyo tuvalet bölümü ve koridorun bir duvarına yerleştirilen mutfak lavabosu... Gördüğü ilk kapıyı açtı. Küçük bir giriş bölümüne açılan iki küçük oda belirdi karşısında. Birkaç gün sonra odanın birinde, küçük bir karyola, eski bir halı, penceresine perde diye çekilmiş beyaz bir çarşaf varlığı oldu. Yolun karşısındaki evin yanındaki ağacı mesken tutan kedi ve o kediyi kovalayan köpek bildi sadece oradaki varlığını sonrasında. Tozlu camlarını silmeden birkaç ay yaşadığı bodrum katında bolca üşüdü yaz ortasında.
Gündüzleri dışarı çıkıyordu zaman zaman, sığındığı şehrin sokaklarında yürümek iyi geliyordu ruhuna, şehrin yaşanmışlığı onun yaşanmışlığına ekleniyordu adeta. Bu küçük doğu şehri, misafirinin halinden anlamış ve ona sessiz bir şefkat sunmuştu. Yine de dinmiyordu sakininin içindeki çığlık, yetmiyordu onca medeniyeti bağrına basmış şehrin onu da kucaklaması.
Sormamıştı gelirken şehre, bana yer açar mısın diye, şimdi de söylemiyordu gittiğini. Usulca kayboluyordu şehrin göğünden silüeti. Ayrılıyordu şehirden.
Yataklı vagonda yer buldu kendine. Aylardır süren uykusuzluğunu gideririm sanıyordu. Ne çare ki biner binmez yine başını dayadı cama. Bilmem kaç saat süren, günü geceye geceyi güne bağlayan yolculukta yine tüm tabelaları okuyarak dışarıyı seyretti uyumadan. Babası bekliyordu Ankara’da.
Trenden indiğinde koşar adım ona doğru gelen babasını gördü. Bir banka oturdular, sustular. Anonsu duyduklarında çocukluğunu yitirdiği şehre giden trene bindiler birlikte. Pencere kenarına oturdu yine, tren hareket eder etmez uyudu. Kafasının içindeki çığlıkları duymadan, istasyonlardaki tabelaları okumadan uyudu.
Yıllar sonra zaman zaman düşündü sığındığı o şehri ve babasıyla yaptığı o tek yolculuğu. Oturdukları bankta anlatamadıklarını, konuşamadıklarını... Unutmadı, bir daha hiç gitmediği o şehri ve bir daha birlikte hiç yolculuk yapmadığı babasını.
Şimdilerde ise sığındığı başka bir şehrin ayazında, pencerelerinde parmaklıkları olmayan bir çatı katında yine üşüyor. Şehirler değişiyor, sokaklar değişiyor, zihni kendine yeni anılar inşa etsede geçmiş değişmiyor.
Bu şehir ona açıyor göğünün ışıklarını ve tüm sokaklarını, bodrum katında yaşadığı o şehri unutturmak istercesine. Hiç bilmese de kadın, şehir örtüyor geceleri üşümesin diye üstünü.
YORUMLAR
Kahve reklamı gibi oldu sankim ya da şeytanın üçgeni
İkinize de teşekkürler, anlamlandırmışsınız yazının altını.
Şarkı mı dinlesek, netsek sabah sabah....
https://www.youtube.com/watch?v=sb0H-Q7Bf90
Notunuz:
Nar çiçeklerinden yaptığı kolyeyi takmıştı boynuna.
Elbisesinin etekleri rüzgarda savrulurken hissetmişti sanki biraz sonra kanatlanacağını. Şimdi açılmıştı perde, durmak nisyandı, durmak isyan. Gidişin yönü belliydi. Oysa gülüşü hiç bitmeyecek bir senfoni, yanaklarına yerleşmiş kır çiçeği buketiydi ….
Kulağına fısıldanan müzikle dansına başladı. Sıyrıldı cisminden. Ruhu bir kuşun kanadına konmuş uçup giderken narçiçekleri düşmüştü toprağa.
Ah Nar Çiçeğim...........................