SUÇ ve CEZA
25 Mart 2021, 19.33 A- A+
"Suç ve ceza" kavramı semavi dinler açısından yasak ağacın meyvelerinin [bazı kaynaklarda bilgi ve ölümsüzlük verdiği vurgulanan] Adem ve Havva tarafından yenilmesiyle başlar. Suç, Tanrı tarafından yaklaşılmaması emredilen ağacın meyvelerinin şeytanın sözüne kanılarak yenilmesi, ceza ise cennetten kovularak bir müddet sürgün veya hapis hayatının yaşanacağı yeryüzüne gönderilmektir. Bu konuda iki ilahi kitapta geçen ifadeleri anımsamakta fayda var:
“Şeytan, ayaklarını oradan kaydırdı. Onları içinde bulundukları konumdan çıkardı. Bunun üzerine biz de: "Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır" dedik.” (Bakara; 36)
16- Tanrı kadına,“çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim” dedi, “Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.” 17- Tanrı Adem'e, “Karının sözünü dinlediğin ve sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için, Toprak senin yüzünden lanetlendi” dedi, “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. 18- Toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. 19- Yaratılmış olduğun toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin.” (Tekvin;3)
Thomas Cole’un “Expulsion from the Garden of Eden” eserinde nefis bir şekilde resmedilen bu şiddetli ceza, Adem ve Havva’nın doğal ortamlarından kopartılıp bambaşka, yabancı, hoyrat bir dünyaya gönderilmeleri açısından bir sürgün, aynı zamanda türlü zorluklar içinde yaşam sürmek zorunda oldukları bir hapishane nevinden ele alınabilir. Bu zorluklar henüz ilk adımda başlar. Adem ve Havva’nın çocukları ve sonrakiler için de geçerli olan zorlu bir hayattır bu… İsmet Özel'in “Dünyaya gelmek bir saldırıya uğramaktır. Doğan bebek, havanın ciğerlerine olan saldırısının verdiği acıyla haykırır. Soğuk saldırır bize, sıcak saldırır. Açlığın, hastalığın, korkunun saldırılarını savuşturma yoluyla yaşarız, hayatta kalırız” sözlerini, inisiyatik açıdan bu sürgüne/hapishaneye atılan ilk adım olarak ifade etmek mümkündür.
Mutsuzuz, çünkü olmamız gereken yerde değiliz… Yaşamımızda tatmin bulamıyoruz, çünkü hiçbir başarı, zafer, üstün olma hissi ve benzeri kazanımlar, içimizdeki eksikliği –küçük anlar dışında- gideremiyor. Öyle bir ceza ki bu, tam bir hedefimize ulaştığımızı düşünüp bundan dolayı keyif duyacakken, kısa zaman sonra bir keyifsizlik hakim oluyor içimizde. Tıpkı Yunan Mitolojisindeki Sisyphos gibi sıfırdan başlamak zorunda kalıyoruz her şeye ve her türlü şeye. Hayatımızda eriştiğimiz her zafer, içine sıkıştığımız bir odadan zorlukla da olsa çıkmayı başarmak gibi ve fakat labirent içindeymiş hissini uyandıran bir başka oda çıkıyor karşımıza ve sonra bir yenisi. Güneşi görmek yasak, ceza gereği... Tanrı tarafından verilen müebbed hapis cezası bu hapishaneden çıkmamıza müsaade etmiyor. Platon’un Devlet’inde geçen Mağara Alegorisine atıfta bulunacak olunursa, aslında bu dünya, sırtları güneşe gelecek şekilde ayakları ve başları zincirli insanların duvara yansıyan gölgelerden ötürü mutluluk, hiddet, sevinç veya hüzün duydukları bir sahtelikten ibaret sayılabilir. Gerçekten, olması gereken hayattan çok uzak.
Bu noktada ümitsizliğe kapılır insan. Çünkü kaçamamaktadır hapsolduğu bu makro cezaevinden. Her ne kadar en başa dönecek olursak, Adem ve Havva’yı ayartan Yılan’ın “o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.” (Tekvin, 3:5) sözleri hemen herkesi suça teşvik ettirecek bir güce ve etkiye sahipse de, bu durum içine düştüğümüz (u)mutsuzluk ve isyan hissinden alıkoyamıyor bizi.
Kaçmanın yegane yolu ise ölümdür. Bu nokta enteresanlık içerir çünkü bizzat ölümü seçmek de Hâkim tarafından yasaklanmış ve suçun cezai yaptırımı belirlenmiştir. O zaman da kaçmak isteyen kişi kabul edilebilir/mazur görülebilir hatta duruma göre teşvik edilen bir fiil olan Tanrı için ölme yoluna başvurur: Tapınak Şövalyeleri’nin kurucusu St. Bernard, yıllarca Haçlı Seferleri için savaşacak insanları bu yönde etki altına almak için çabalamıştır. İslam dininde yer alan "şehitlik" veya Hıristiyanlıktaki "martyr" kavramı. Kesinlikle barışçıl bir yapısı olan Budizmde savaşçı rahiplerden oluşan Shao Lin tarikatinin varlığı, Hinduizmin kutsal metinlerinden Bhagavad Gita’daki [Kşatriya övgüsüyle de olsa] savaşa sempati duyulduğunu hissettiren ifadeler, hep Yüce/İlahi bir kavram için bu hayattan, yani hapisten, sürgünden kurtulmak için öne sürülen argümanlar olarak düşünülebilir. Kelt geleneğindeki Valhalla inancı ve savaşta hayatını kaybetme konusundaki “Ölüm bir zaferdir, çünkü ruhun kurtuluşudur” öğretisini de bu paralelde ele alabiliriz. Bu ödevi hazırlayan kişi, dini nedenler taşıyan veya siyasi-ekonomik sebeplerin topluma dinsel bir kılıfa büründürülerek sunulduğu savaşlarda can vermekten geri durmayan insanların, aslında önlerinde patlak veren savaşı bu dünyadan kurtulup ait oldukları ortama, cennete, Tanrı’nın yanı başına dönmek için yürümeleri gerektiğini inandıkları bir yol, aynı zamanda sürgünden bir kaçış olarak kabul ettiklerini düşünmektedir. Amaç üstün gelmek, ganimet toplamak, kan dökmek değil, aslında ölmektir. Günümüzde bunun en uç örnekleri olarak dinî terörizm gelmektedir ki, ne kadar yanlış, kabul edilemez ve sapkın bir metod olsa da aslında gaye seleflerinkiyle aynıdır: Hâkim tarafından izin verilen bir eylemde ölmek ve sürgün formundan sıyrılıp kurtulmak.
Dünyanın bir sürgün/hapis olduğu varsayımından hareket ettikten sonra, intihar olgusu üzerinde de biraz durulmasında fayda var. Gazetelerin 3. sayfa haberlerine konu olanlar dışında, kişinin “ait olmadığı” yere duyduğu tahammülsüzlüğün had safhaya varmasıdır intihar. Devasa bir boşluk vardır insanın içini ve dışını kaplayan. Hiçbir şeyin ortasında yapayalnız olduğunun bilincindeki birey, aidiyet hissini tümüyle yitirmiştir. Bu noktada yabancılaşma kavramı ile karşı karşıya kalırız: Marx’ın “Bir benliğin kendi kendisinden kendi faaliyeti vasıtasıyla yabancılaşması” şeklinde ifade ettiği kendi kendine yabancılaşma [Self-Alienation] kavramı, aslında Adem ve Havva’nın yasak ağacın meyvesine ellerini uzattıkları anda başlamış bir süreçtir. Bu itibarla kendi kendine yabancılaşma sürecinin sürgün hayatındaki son uzantısı da intihardır. Bu konuda sayılması mümkün çok sayıda örneği bir tane ile sınırlamak için Dostoyevski’nin Ecinniler’indeki Krilov karakteri üzerine vurgu yapmak yeterli olacaktır.
Sezai Karakoç’un Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine şiirinden alıntılanan aşağıdaki mısralar, aslında dünya hayatının nasıl bir ceza yeri olduğuna dair en kısa ve öz ifadelerdir:
“Senin kalbinden sürgün oldum ilkin.
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği.
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim.
Af dilemeye geldim, affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim”
YORUMLAR
Öncelikle şunu belirteyim :Yazını hiç sevmedim zaten seni de hiç sevmem. :))
..................
Anna
Biz her şeye, esirgeyen ve bağışlayan, çokça esirgeyen ve çokça bağışlayan, hep esirgeyen ve hep bağışlayan Rabbin adıyla başlayan adamlarız Anna.
Büyücülerin, haramilerin, borsacıların, reklamcıların, korsanların, işgalcilerin, bankacıların elinden kurtulmamız da bundan.
Sanayi devriminde bile, karanlık, rutubetli, çok bağırışlı, çok nefessiz, çok sabahsız, çok aşksız, çok çiçeksiz, çok neşesiz, çok kitapsız bir fabrikada hayatta kaldık sırf bu yüzden.
Piyasaların hınçla dolu iniş çıkışlarına kalbimiz dayanıyor bir şekilde. kalbimiz derken, ilk gençliğimiz, sakalımız, bir kasetin iki yüzüne de ardarda kaydedip dinlediğimiz şarkımız diyorum aslında.
İşte böyle yaşıyoruz ve yaşamak da sana dair uzayıp giden bir özleme dönüşüyor.
İnsaf et Anna!
Gidelim buradan.
Senin masumiyetini, bilgelik zamanlarından kalma sırları, dünyanın bütün sabahlarını yanımıza alıp da gidelim.
Hesap etmeden, haritaya bakmadan gidelim.
Ölelim diyecektim az kalsın. Ölmeyelim. Hiç ölmeyelim Anna.
Sarılalım diyecektim az kalsın. İçimden böyle şeyler de geçiyor işte. Sarılalım, dudakların…
Tamam sustum.
Gitmek istemezsen bir şiir miktarı kadar otursak diyorum. Şiir kalsın istersen, sadece otursak. Oturmasan da olur benimle, sadece ellerimi tut. Ellerimi tutma dilersen sadece yüzüme bak.
Yüzüme bak ama Anna, Yüzüme bak. gözlerime bak, gözlerimin içine bak.
Gözlerim biraz karanlık. İçinde cenkler, ayinler, kesik damarlar, kapıları yumruklayışlar, Cipralex’ler, Turgut’lar, Edip’ler, Sezai’ler, siyahlar, beyazlar, uykusuzluklar, bitmeyen baş ağrıları, bildirilerin öfkesi, duvarlara uzun dalmışlıklar var.
Gözlerim biraz yorgun. içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler…
Bekleyişler Anna. Köylü çocukların parasız yatılı sonuçları mesela. Nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucundaki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne.
Hepsini sayamam gerçi, utançlarım da var. Ama geçecek hepsi, geçecek. Şifalı gözlerin her şeyi iyi edecek.
Gözlerimin içine bakmaktan korkma Anna.
Sen adımını attığın andan itibaren Hira dinginliğine dönüşecek ortalık.
Tanrı bizimle de konuşur belki.
Tarık Tufan
Yazında İsmet Özel ismini görünce, yıllar yıllar önce onu tanımamı sağlayan programın vazgeçilmezi "Anna" geldi aklıma :))
Bir de........ Neyse uzatmayayım sözü...