DÜŞ... MÂŞUK...
15 Nisan 2021, 14.04 A- A+
DÜŞ… MAŞUK…
Kaderin, hep bütünlemeye kaldığı ve asla veremediği derslerdir düşler…
Bize hayat dersini kırdırıp elimizden tutar, mutsuzluğun dahî adresini bilmediği diyarlara götürür.
Kendimizden, hayattan, yanı başımızda bileği bileğimize kelepçeli gerçeklerimizden kaçırır bizi.
Kimsenin kimseye adresini vermediği, lakin elinden tutup, herkesin istediğini götürebildiği
uzaklıklardır düşler.
Maşuk, içi acıyan kelimeleri, başı dik cümlelerde, boynu bükük yan yana dizen, bazen firari,
bazen de yürek avlusunda volta atan idamlık mahkum. Mezar taşlarında yazan, o tutulmayan
sözler gibidir sözleri.
DÜŞ;
Gözlerimiz yolda kalmışken, onları toplayan birinin kapımızı çalmasıdır.
Hiçbir zaman gelmemiş, canımız avuçlarımızda beklediklerimizin, bize gülümseyerek geldiği yollardır.
Kâh durgun su birikintilerinin yanaklarında taş sektirmek, kâh hırçın dalgaların arasına karışıp,
kıyıları dövmektir düş.
Bir hüdhüd kuşunun kanadına yapışıp, Belkıs’ın bahçesine konmaktır.
Kimse yokken, kaderin bize bıraktığı parantezlerin içlerine heyecanla bakabilmektir.
İçine düştüğümüz, içinden çıkamadığımız buhranların içinden, sevdiğimizle el ele geçip gitmektir düş.
İçimize hapsettiklerimizi, kefaretlerini ödeyerek salıvermektir düş.
Ellerin mutluluğun cebinde, hayatın tadını ıslıklarla yaşamaktır düş.
Kralı olamadığımız hayata, soytarı olabilmektir düş.
Köşe başlarında umudu nöbete bırakıp, ütopyanla çılgınlar gibi eğlenmektir düş.
Belki iki saat arası, ama tüm ihtimal kumbarası, mutluluğun kumanyasıdır düş.
Dudağı asla dudağımıza değmeyecek olanın, gözlerini gözlerimize değdirmektir düş.
Yaşanan telaşlı ve kızgın bir fırtınanın ardından, ruhumuzun limanında dinlenmektir düş.
Düş bu ya; Bir buz dağını dibinden omuzlayabilmektir.
Her şeyden yüksek bir dağın iki omzunda dikili, başı burçlara değmiş iki ulu çınarın
arasına kurulmuş bir salıncakta, çocukluğumuzun ritminde sallanmaktır düş.
Yağmurdan sonraki toprak kokusu gibi saftır düş, içine çektikçe, çeker içine seni.
Ruhun, kaçamaklarıdır düş…
Bir düş kadar hatırla, bir düş kadar unut beni…
MAŞUK
“Kimi soluduğu kadar, kimi de solduğu kadar aşıktır.” Diyelim ve sözü maşuka bırakalım.
O an maşuk;
Kıyısını, bir mermer sütunu tokatlar gibi döven hırçın bir denize, ayak ıslatan mesafede,
elleri cebinde, gözlerini ufkun gözlerine dikmiş, tuzlu deniz tokadıyla kendinden geçmiş…
Dinliyoruz…
Beni kahrediyor...
Söyleyeceklerime, ben tırnaklarımla gelmişken, senin susup, söyleyeceklerini tırnak içinde saklaman.
Etle tırnak gibiydik oysa.
Ya şimdi; İki beden, iyi yol, iki ruh.. Ve start sesi “hoşçakal”
Ne çok istemiştim, kırmaya dökmeye kıyamadığın, yüreğine kıymık gibi batan hayallerini dinlemeyi.
Sonra bağdaş kurup oturduğumuz yere, yüreklerimizin çekmecelerini karıştırmayı.
Ters çevirip yere dökerek çekmeceleri, birbirimizden sakladığımız ne varsa bulmayı.
Bulup da; “Benim bundan neden haberim yok” dercesine bir omuz silkerek, boşalan çekmeceye
tavrımızı koymayı ne çok istemiştim.
Sonra, tavrımıza vokal yapar gibi susmayı, ama epeyce susmayı…
Evet, sus’ta kalamazdık, ta ki birbirimize susayana dek.
Severdik de değil mi; sus’ta kalmayı, sus’tan pay almayı, payımıza razı olup tekrar susmayı.
Susup birbirimizin gölgesine dert yanmayı ikimiz de severdik. Bilirdik ki, birbirimizi
en güzel sus’larda anlardık. Demiştim ya ta ki susayana kadar.
İşte o susadığımız an, senin sessizliği bölen “…………” deyişin.
Ve hani benim de “efendim” i gözlerimle gözlerine bir çırpıda yazdığım an. İşte o an…
Tebessümle kıvrılan dudaklarımızın içimizi burkmasını, içimiz burkuldukça, içimizi çektiğimiz o an…
N’lur bırakma ellerimi demiştim, sımsıkı tut yüreğimi, sarıl o yüreğimi taşıyan bedenime.
Çünkü sevmenin bedelini, bedenimdeki o yürekle ödedim. Şimdi yüreğim acıyor bak.
Tutmadın o yüreğimi, sarılmadın bedenime. Oysa bir mahkumun son arzusuna bakar gibi bakmıştım
sana. Hatta aklımdaki firarıma ortak mahkumdun sen.
Neden o son anda, elimden tutup kaçırmadın bizi. Sendeki bilmediğim hayallere,
sendeki bizden gizlediğin sana.
Neden?
Artık ne hayat içime sığıyor, ne de ben hayatın içine sığabiliyorum.
Bu dökülenleri de gözyaşı sanma, yürekten göçen duyguların, ardından dökülen su bil.
Şimdi git… Zaten gidiyorsun…
Ben mi? Belki gittiğin-gideceğin yerdeyim, lakin döndüğün yerde olmayacağım.
Bil ki, sen doya doya mutlu ol diye, mutluluğu meşgul etmeyeceğim.
(Hayatta kaldığı kısma geri dönen maşukun dönüyorken ki iç sesi: “Sessiz bir çığlıkla her şeyin üzerine çığ düşüresim var.)
Hamiş:
* Okuduklarınız yazdıklarım, hissettikleriniz ise yazamadıklarımdır. Aslolan, yazamamaktır.
* Bana göre Aşk, Hallac-ı Mansur, Şems, Mevlana’nın aşkıdır. Gerisi biyokimyasal tepkimedir.
Saygımla
YORUMLAR