META... MANTALİTE... RUH... II
24 Mayıs 2021, 14.00 A- A+
Bölüm 1
Aklın Dirilişi, Ruhun Ölümü
Şimdiki zaman…
Batmakta olan günün utanç kızıllığı, odanın savunmasız noktalarından sızıp, odayı akşama
hazırlayıp süslerken, dirseklerini dizlerine mıhlamış, başı ellerinin arasında, gözleri ayakuçlarında,
kendi utancını, günün utancında saklamaya çalışan, ölüm sessizliğinde tabut içi pişmanlığı
yaşayan bir adam.
“Neden?” lerde…
Aslında, gerçek “Neden?” den çok çok uzak, kendi nedenlerinde…
Adamın oturduğu kısmın dışında, yatağın hiç bozulmamış yüzünde ise, mefkure gibi darmadağın yüzlerce evrak.
En son okunanı da, tüm gerçekleri hamuruna kadar nakşetmiş kalemle birlikte en üstte ve üst üste.
Tam da buhranın kapısındayken, bir an, duyduğu cılız bir iç sesle, yatağın üzerindeki evraklara nazar edip ayağa kalktı. Derin bir nefes alıp, göğsündeki sıkışıklığı da aldığı nefese katıp uğurladı. Otel odasının kapısını açıp, kapı eşiğinde tuttuğu ayaklarının üzerinde bedenini hafif yatırarak, bir eliyle de pervazdan aldığı destekle, başıyla koridoru sağlı sollu kontrol edip kapıyı kapattı. Ceketini çıkarıp askıya emanet ettikten sonra, gömleğinin kollarını sıvayıp, aradığı ferahlığı suda bulmak için kollarını suyun altına uzattı.
Okul yılları…
Evet kazanmıştı. İdealindeki okulu, hayallerini süsleyen mesleği yapmak için kazanmıştı.
Şimdi daha çok çalışmalı, Sınıfın, hatta bölümün en iyisi olmalıydı. Bunun için ne gerekiyorsa
yapmaya ant içmişti. Farkında olmadığı şey ise; önüne çıkacak engelleri aşmak adına, kendinden bonkörce vereceği ödünlerin, özünde oluşturacağı tahribatlardı.
Geçmesi gereken her ders, hedefi önünde kurulu bir barikat, o dersin hocası ise barikatın arkasındaki destek kuvveti, hayatın normal dinamiklerine davet eden her arkadaşı ise, O’nun için bir ayak bağıydı.
Oysa gördüğü ve kurtulmaya çalıştığı her ayak bağı, aslında göremediği hayat bağıydı.
Kendince dolu dolu yaşadığını düşündüğü okul hayatı süresince, sadece mesleki olarak olgunlaşmış, lakin o mesleği icra edecek olanın da bir insan olduğunu düşünürsek, işte o insan bu sürede aksine
hamlaşmıştı.
Gurbette bir öğrencinin tüm eksiklik ve zayıflığıyla, yine de mutlu bir şekilde verdiği onurlu hayat
mücadelesini vermek varken, O ise, eksiklik ve zayıflığı yaşamaktan utanan, sadece güç ve konfora
hedefli bir mücadeleyi vermeyi seçmişti. Sınıfları tek tek geçtikçe, aslında geçtiği her sınıf O’nun için
bir üste geçtiği toplumsal sınıftı.
Evet emek verdi, ama emeği öğrenmedi. Alındaki ter, avuçtaki ölmüş deri, yürekteki sızısız yorgunluk olduğunu bilemedi.
Arkadaşın, çağırıldığında gelen, dostun ise davetsiz yalın ayak koşarak gelen olduğunu öğrenemedi.
Ölçmeden, gözün ucunu elin içini terazi yapmadan paylaşmayı öğrenemedi.
Kendi gibi bilmeyi, kendinden pay biçmeyi öğrenemedi.Bir bedende iki ruhu geçindirmeyi beceremedi.
Aşık olmadı, sevmedi. Gecenin susuzluk uyanışlarında, odasının tavanında gözlerini çivilemedi.
Umudu cebinde gezdirmeyi, iki ayak bir pabuçta koşmayı yaşayamadı.
Zamanı hep kendi lehine bildi, ama zamanın, kurma kolu ömrün elinde olduğu halde aslında ömrün
kolundaki bir saat olduğunu anlamadı.
Gönülleri ısıtmak adına, tebessüm ateşine kelimeleri odun niyetine attığı bir sohbeti bile olmadı.
Beynini kasıp kavuran fikirler O’na hiç efkar vermedi mesela, ya da istişare meclisinde bulunup,
bir fikrin sancılı doğuşuna şahit olamadı.
Çünkü hayata hep legal-illegal mantalitesiyle bakıyor, en acı olanı da İlimsiz Bilimi hücrelerine
zerk ediyordu.
Bölüm 2
Aklın Terbiyesi, Ruhun Dirilişi
Okuduğu okul ve biriktirdiği puanlar, O’na henüz diplomayı vermese de, iyi bir staj imkanı sağlamış,
büyük projelerde imzası olan, prestijli bir şirkette stajını tamamlamıştı.
Lakin bu sürede; bir iş yerinin havasını solumanın, o iş yerinin personeli ile aynı çatı altında hemhâl
olmanın kazandırdığı aidiyet duygusunun, çok tabi vazife bilinci ve sırları muhafaza sorumluluğunun
dışında, bazı hadiseler neticesinde hislerine henüz nüfuz etmese de, tohum gibi gizlenen ve büyüyen adını
henüz koyamayacağımız, müphem duygulara ruhu gebe kalmıştı.
Stajın sonrasında kalan süreyi de tamamlamış, dereceyle mezun olup, hayallerini süsleyen mesleğin adının yanına, kendi adını da bir kağıt parçasının üzerinde nihayet yazdırmıştı.
Hedefine ulaşmış bir okun bile durması gerektiği hakikat iken, onca yılın beyin ve fiziksel
yorgunluğunu, hedefine ulaştığı şu günlerde üzerinden atmalı, bir süre de olsa durup dinlenmeliydi.
Elindeki kağıt parçasına, kibrin gözleriyle bakarken, kibrinin uşağı olmuş aklından geçen
tam olarak buydu.
Bir bankın üzerinde bu vaziyet ve düşüncede iken bir an, zamanın bile ölçemeyeceği o bir an,
toprağa düşen ölü bir yaprağın ancak çıkarabileceği ses kudretinde, tâkâdi daha çıkamadan tükenmiş
iki kelime düştü dudaklarından;
Bunca “emek”.
Elindeki kağıt parçası mıydı?
Peki, yüreğindeki sızısız yorgunluk neydi, neden daha önce tatmadığı bu yorgunluğu şimdi
tadıyordu?
Ve fiziksel yorgunluğu, bedenini bir bankta ikiye katlamışken, bu hâlin tam aksine, yüreğine keyifle
yaslanmış huzur da neyin nesiydi?
Nice zaman sonra usulca ayağa kalktı, derlenip toparlandıktan sonra gideceği istikamete yönelip,
içinde huzur, dışında yorgunluk, düşünceler yanı başında adımlarına refîk bir halde ilerleyip gözden
kayboldu.
Günler Sonra…
Bir odası, bir masası, bir ünvanı ve sorumluluğu vardı artık.
Bunların hepsini o kağıt parçasıyla almıştı ama aslında mutlak ödemesinin bir ömür boyu süreceği
gerçeğini henüz idrak edememişti. İş hayatının birinci yılının sonlarındaydı. İşinin zorluğu, yoğunluğu,
sorumluluğunun büyüklüğü, günlere sığmıyor, saatlerden taşıyordu.
Yetişmek yetiştirmek adına verdiği mücadele, bir yandan da gelişen, güncellenen mesleğine ayak
uydurabilme çabası, yorgun argın kendini eve zor atabilmesi, kendine ayırabileceği vakit bile
bulamayışı, ömür boyu sürecek olan o “ödeme” nin, anbean hayatça yapılan tahsilatıydı.
Yine yorgun argın gelebildiği bir iş gününde, bir yandan kahvesini yudumlayıp bir yandan da masanın
üzerindeki tüm evrakları gözleriyle önem sırasına koyarken, masanın çekmecesine koyduğu şahsi
telefonunun çaldığını duyar gibi oldu. Elini çekmeceye daldırıp, önce sesini kıstı, sonra usulca çekmeceden
çıkarıp ekranına baktı. Telefonun ekranında “Annem” yazıyordu. Önce şaşırdı, çünkü annesi
mesai saatleri içerisinde pek aramazdı. Tüm ofisi gözleriyle derinlemesine taradıktan sonra, dirsekleri
masaya dayanmış kollarının arasına doğru başını eğerek, sağ avucunda tuttuğu telefonla konuşabilmek için, başını avuçları arasında sabitledi .
Kısık bir ses “Efendim anne”
Telaşlı ve üzgün bir anne sesi “Oğlum baban………...”
Telefonun kapattıktan sonra ne yapacağını bilemedi. Annesinin telaşlı ve hüzünlü sesi,
içine çığ düşürmüştü. Gitmeliydi. Sorumlu olduğu işleri bir mesai arkadaşına emanet edip, izin alarak bir an önce yola çıkmalıydı.
Kendine geldiğinde, ayağa kalkmış, donuk gözlerle masadaki evraklara bakarak bunları düşünürken buldu
kendini. Önce izin meselesini halletti. Tam da düşündüğü gibi oldu, izin veren mercii, işlerin
aksamaması adına bir vekil bulmasını istedi, işverenin ön şartı buydu. Peki kime bırakacaktı onca
iş yükünü? Kim kabul edecekti bu yükün riskini ağırlığını? Birini bulsa dahi, döndüğünde devralacağı hali
ne kadar sağlıklı olacaktı? Tüm bu soruların tedirginliği ve olmayan cevaplarının belirsizliği,
yüzünde soğuk ter damlaları halindeyken, mevkiine ve kabiliyetine yakın tüm mesai arkadaşlarını
gezip, durumu anlatarak onlardan yardım istedi.
Aslında yardım istediği her arkadaşı, teknik anlamda O’nun rakibi, muhtemel halefi, iş ve başarı anlamında
iyiliğini istemeyecek olan birer bireydi.
Hiçbiri “Hayır” demese de, kendi iş yoğunluklarını ve sorumluluklarını sebep gösterip, yardımcı
olamayacaklarını söylediler. Gitmeliydi, sonunu düşünecek ne vakti vardı ne de ruh hali. Hızlıca odasına
döndü, toparlanırken odanın açık kalmış kapısında birinin dikildiğini gördü. Göz göze geldiklerinde,
“Ben sana yardımcı olurum, yakın zamanda babamı kaybettim, ne demek olduğunu iyi bilirim,
sen buraları merak etme, hadi git bir an önce”
dediğini duydu. Odasının kapısına kadar gelip, içini rahatlatan ve ısıtan bu cümleleri söyleyen kişi,
en iyi ihtimal ve performansla beş sene sonra olabileceği mevkideki bir büyüğüydü.
O kadar güven verici o kadar samimiydi ki duruşu ve söyledikleri, hiç tereddüt etmeden,
“Teşekkür ederim efendim”
deyip elini sıktıktan sonra yola koyulmak üzere iş yerinden çıktı.
Bu haliyle araba kullanamayacağını düşünüp, toplu taşımayı tercih etti. Kendini koltuğa bırakıp başını cama dayadı. Annesinin aramasıyla çalan her telefon ömründen de çalıyordu. İçi içine sığmıyordu.
Camın ardından hızla akan seyre bıraktı gözlerini. Temiz bir görüntüye sahip olsa da o hızlı akan
seyir, ruhundaki sancılardan sebep bir silüet gibi yansıyordu dimağına.
Bir rahme sığan ama koca cihana sığmayan insan haliyle, ne koltuğa sığabiliyordu, ne manzaraya
ne de kendisine…
Doğum sancıları çeken ruhunun sorularıyla irkildi. Ne kadar süre geçti bilmiyordu, telefonun ekranına bakıp, çok da geçmediğinden emin olunca sorularla meşgul olmaya verdi kendini.
Kimdi arkadaş?
Kimdi dost?
Bizzat gidip yardım istedikleri kimdi?
Ya o çağırmadan kendi ayaklarıyla odasının kapısına kadar gelip,
emaneti alıp her şeyi bıraktıracak güveni veren kimdi?
Son kısımda görüşmek üz(e)re
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış :( Yazık ama blog sahibi senin yorumunu bekliyor olabilir