META…MANTALİTE…RUH… -SON-
11 Ağustos 2021, 00.47 A- A+
“Oğul; Bir duruşu olmalı insanın… Bir bakışı… Bir anlayışı… Bir aşkı… Bir davası olmalı”
Çok severdi babası, Cahit Zarifoğlu’nu…
Çok severdi babasını…
Ne zaman yanı başına bir oğul edasıyla oturup, babasının o dağ gibi sessizliğini bölüp paylaşsa,
babası elini uzatıp, heybetlice sevgi ve merhametle omzuna koyar, nasihatlerde bulunurdu.
“Bu topraklar bereketlidir oğul, her türlü meyveyi, sebzeyi, insanı yetiştirir. Bunlar hep yine insanın
elindedir, iyisi de yetişir kötüsü de. Sen sen ol, ne kötü yetişeninden ol ne de kötü yetiştireninden.”
Sigarası ve çayı, nasihatlerini-sohbetini nakarat gibi böler, derin derin dalışlarının ardından, istiridye
içindeki inciler gibi sözler dökülürdü dilinden. Hemen hemen her sohbetini Zarifoğlu’nun sözleriyle
bitirir, kalkarken de, “Ben namazımı kılıp istirahate geçiyorum, Rabbim sana zihin açıklığı versin
oğlum” der, odasına istirahate çekilirdi.
…………
Oysa şimdi, hiçbir şey söylemeden gitmişti…
Ebedi istirahatine çekilmiş, paylaşılacak tüm sessizlikleri, heybeti, nasihatleri, dağı da alıp gitmişti.
………….
Onca hüzün, kasvet ve sessizlik nasıl da sığmıştı o küçük köy evine. Taziyeye gelenlerin kalabalığı
bile hafif kalıyordu, bu ağırlığın yanında. Neden olmasındı ki? Seveni çoktu. Gelen her seveni,
onlarca hüzünle, yüzlerce sessizlik ve kasvetle gelmişti. Kimi bir köşede yalnız ve sükunetle acısını
yaşıyorken, kimileri de birbirine sarılıp acıyı bölüşüyorlardı.
…………
Bir ikindi vakti, babasının; “Kerahat vakti girecek oğlum acele edip işimizi bitirelim” lafı kulaklarında
çınlarken, usulca, yavaşça, kollarından damlata damlata bıraktı babasının bedenini toprağa.
Son toprağı serdiğinde de gözlerinden dökülenlere karışırcasına şu sözler döküldü dudaklarından;
“İstirahatin, toprağın bol olsun baba”
……………
Günler sonra, masasında, işinin başındaydı.
Adeta hüznün ve sessizliğin kucağından, hırsın ve gürültünün kucağına atılmış gibi şaşkın, kendine
yabancı, bıraktığı her şeye acemi, buruk, biraz da boynu bükük, çokça da kafası karışıktı.
Camdan dışarı baktığında gördüğü insanların telaşına, sağa sola savruluşlarına, hayatın
damarlarındaki akışlarına seyre bıraktı kendini.
Kendi yükleri, sorumlulukları yetmezmiş gibi, toprağın altındakilerin yarım bıraktıklarını da
yüklendikleri geldi aklına.
Nasıl altından kalkılırdı ki bu yükün?
Oysa ki, “Hiçbir şeyin altında kalmam” diyenlerin, toprağın altında kalışlarını görmüştü günler önce.
Hal böyleyken , yükleri belini bükmüş insanlar neden savruluyordu?
Bu telaş, bu kan ter içinde kalış ne içindi?
Kazandıkları kaybe(decek)ttiklerine yetiyor muydu, ödeyebilecek miydi?
Ruhu bu sorulara cevaplar ararken, bedeni onu camdan çekmiş, masasına nizami bir şekilde
çevirmişti. Anladı ki, emanete bıraktığı yükü geri almalı, kendini işine vermeye çalışmalı, çalışıp
kendine gelmeliydi.
…………..
“Ekip liderliğini yaptığınız teknik grubunuzu toplayıp, projeyi nihayete erdirmek ve hayata geçirmek adına işe başlamalı, bunun için gerekli olan destekleyici akademik raporları temin etmeli ve sunum için hazır hale getirmelisiniz.”
Gelen mailde bu yazıyordu. Evet, ekip lideri olduğu göz bebeği büyük bir projeydi bu. Çok emek
vermişti. Kusurları, eksikleri de vardı. Kusuru eksiği teknik-mekanik olmaktan ziyade organikti, yani
insaniydi.
Ama yüksek logolu akademik raporlarla çözümlenecek, sorunlar ortadan kal(dırılacaktı)kacaktı.
Günler sonra, süslü kelimelerle, afili modellemelerle, doğayı insanı hesaba katmayan hesaplamalarla bezenmiş raporlar hazırdı. Projeler de süslenip son halini almış, bu raporların yanına sunumu
beklemek için geçmişti. Sunumu ekip lideri olarak kendisi yapacaktı.
Hazır olduğu kadar da huzursuzdu. Her düşüncesi, her fikri babasının nasihatine çarpıp dimağında
patlıyordu. Baş ağrıları, ruh sızısı, bir zamanlar özenle besleyip büyüttüğü fikirlerinin birer birer ölümü, nefesini daraltıyor, nefes alabilmek için ruhunun kabuğunu kırmaya zorluyordu. Bir doğumdu bu.
Kabuk kırılabilse doğacak, ilk ve temiz nefesini alabilecekti.
Doğmalıydı.
Yeni bir duruşu, yeni bir bakışı, yeni bir davası olmalıydı. Hepsi yeni ve hepsi doğru olmalıydı.
Kötü yetişen değildi, O’nu yetiştirenler kötü değildi, kötü olmamalıydı, kötü yetiştiren olmamalıydı.
Sunumdan hemen önce
Batmakta olan günün utanç kızıllığı, odanın savunmasız noktalarından sızıp, odayı akşama
hazırlayıp süslerken, dirseklerini dizlerine mıhlamış, başı ellerinin arasında, gözleri ayakuçlarında,
kendi utancını, günün utancında saklamaya çalışan, ölüm sessizliğinde tabut içi pişmanlığı yaşayan
bir adam.
“Neden?” lerde…
Aslında, gerçek “Neden?” den çok çok uzak, kendi nedenlerinde…
Adamın oturduğu kısmın dışında, yatağın hiç bozulmamış yüzünde ise, mefkure gibi darmadağın
yüzlerce evrak. En son okunanı da, tüm gerçekleri hamuruna kadar nakşetmiş kalemle birlikte en
üstte ve üst üste.
Tam da buhranın kapısındayken, bir an, duyduğu cılız bir iç sesle, yatağın üzerindeki evraklara nazar edip ayağa kalktı. Derin bir nefes alıp, göğsündeki sıkışıklığı da aldığı nefese katıp uğurladı. Otel
odasının kapısını açıp, kapı eşiğinde tuttuğu ayaklarının üzerinde bedenini hafif yatırarak, bir eliyle de pervazdan aldığı destekle, başıyla koridoru sağlı sollu kontrol edip kapıyı kapattı. Ceketini çıkarıp
askıya emanet ettikten sonra, gömleğinin kollarını sıvayıp, aradığı ferahlığı suda bulmak için kollarını suyun altına uzattı.
Sunumdan sonra
İşini kaybetmiş kendini kazanmıştı.
Yanlışları değil doğruları, kötüleri değil iyileri, legali değil helali savunmuştu.
Masasındaki evrakların önem sırasını, artık hayatındaki gerçeklerin önem sırası almıştı.
Bir kağıt parçasına, ömrünü, kişiliğini ipotek etmeyecekti artık.
Evet kazanmıştı.
Olması gerektiği insanı, babasının görmek istediği insanı kazanmıştı.
Bundan sonra bir odası, bir masası, bir ünvanı yoktu.
Ama bir bakışı, bir duruşu, bir davası vardı artık.
Son
Saygılarımla...
YORUMLAR