Anılar:
12 Ekim 2021, 11.59 A- A+
Anılar:
Tarihlerle aram iyi değil. Tam olarak hangi tarihti, kaç yıl önceydi kesin bir tarih söyleyemeyeceğim. O yıllarda Ankara'da Sincan'da, büyük kızım Şebnem'le yaşıyorduk. Yirmi beş yıllık meslek yaşamımı doldurmuş, emekliliğe hak kazanmış, bir gün bile beklemeden dilekçeyi vermiştim. TRT'de dublaj yapıyor, bir özel tiyatroda kadrolu; Devlet Tiyatrosu' nda misafir sanatçı olarak sahneye çıkıyordum. Ayrıca özel dershanelerde öğretmenlik yapıyordum. Kazancım çok iyiydi. Tutabilseydim epey bir birikimim olabilir; başımızı sokabilecek bir ev bile alabilirdik. Ama içki içiyor, kumar oynuyor har vurup harman savuruyordum. Eee! haydan da değil, emeğimin karşılığı olarak gelen; huya gitti!
Boş zamanlarımda Ankara Kalesi'ne çıkar Ankara'yı kuş bakışı seyrederdim. Kaleye çıkarken yolun sağında sarı badanalı, tek katlı, okula benzeyen, uzunca bir bina dikkatimi çekerdi. Okul desem; burada okul olmazdı. Hangi çocuk buraya gelip de derse girecek! Bir gün Kale'ye çıkmayıp merak ettiğim binaya girdim. İçeride yetmiş yaşlarında, ufak tefek, sevimli mi, sevimli bir adam vardı. Bu binanın bir Katolik kilisesi, bu sevimli yaşlı adamın da bu kilisenin baş rahibi olduğunu öğrenmiş oldum.
Bu şirin baş rahip; Peder Nus'tu - Böyle yazılmıyor; ben özgün yazımını hatırlayamadım- "nus" nohut demekmiş! "Ben, nohut kafa" der; kendisiyle dalga geçerdi. O yıllarda yetmiş yaşlarında benden otuz yaş kadar büyüktü. "Ne zamandır Ankara'dasın?" dediğimde, "Senin yaşın kadar." demişti. Peder Nus'la arkadaş olduk. Daha doğrusu baba- oğul gibi olduk. Ramazandı. Biz Şebnem'le oruçluyduk. Peder Nus'u yemeğe aldık. Akşam ezanını bekliyoruz. Peder kendi dilinde, kendi dinine göre dualar ediyor; ben İhlas, Fatiha- işte ne biliyorsam- dua ediyorum. Top patladı, ezan okundu. Orucumuzu açıp yemeğimizi yedik. Ayrılırken pedere Yaşar Nuri Öztürk tercümesi bir Kur'an hediye ettim. Memnuniyetle kabul etti. - Gerçi onlar Tevrat ve İncil'den başka din kitabı tanımazlar.
Peder'i kilisenin telefonundan arıyordum. O yıllarda " cep telefonu" diye bir kavram yoktu. Hatta jetonlu, ankesörlü telefon bile bilinmiyordu. Eğer bulunduğunuz şehirden, başka bir şehirdeki bir akrabanızı, arkadaşınızı, aramak zorunda kalırsanız; yaşadığı şehir ya da kasabanın PTT, merkezini arar, arkadaşınızın adresini verirsiniz. Siz oturur beklersiniz. Karşı merkezdeki memur, arkadaşınızın adresine gider haber verir. Arkadaşınız gelince, bağlantı tekrar kurulur, konuşursunuz. Ev telefonu mu? Sadece, mülki amirler, doktorlar, avukatlar bir de çok zenginlerin evlerinde özel telefonları bulunurdu. Hatta özel telefon bir ticaret aracı haline bile gelmişti. Yazılır beklersiniz; şanslıysanız, bir senede telefon alma hakkı kazanabilirsiniz. Bazen iki sene üç sene, hatta daha fazla beklemek gerekir. Telefon alma hakkı kazanan bazı kişiler bu haklarını yüksek fiyata satıp kazanç elde ederlerdi.
Son kez aradığımda ayrılıp Paris'e gittiğini öğrendim. Bir numara verdiler. O tarihlerde Ankara'dan Paris'le konuşmak deveye değil, file hendek atlatmaktan zor. O zorluğu da aştık, bir hayli de para ödeyerek, Pederle üç dakika konuşabildik. Daha sonra aradığımda öldüğünü öğrendim. Çok üzüldüm. Allah rahmet eylesin. Allah'ın rahmeti boldur. Müslüman, Hristiyan ayırmaz. Kime rahmet edeceğini o bilir. Biz rahmet dileyelim de o yerini bulur.
Bu anı bu kadar. Okuyan, okumayan herkese eyvallah!
Hoşça kalın, sevgisiz kalmayın...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış :( Yazık ama blog sahibi senin yorumunu bekliyor olabilir