gamyun.net'i doğru görüntüleyebilmek için tarayıcını güncellemelisin, güncelleyemiyorsan başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsin.

BLOG

Anılara devam

08 Ocak 2022, 19.47
A- A+
Anılara devam
Öğretmen okulunda okurken köydeki evi bir kaç parça tarlayı satıp,
ninem, dedem ablam; İstanbul'a taşındık.Babam o yıllarda Cevriye annem ,küçük kardeşlerimle Adana'da... Bir bankada veznedar.
Gaziosmanpaşa'da iki oda bir mutfak, bir hol, bir gecekondu aldık. Önünde arkasında bahçesi,ön bahçede de sözüm ona bir dükkanımız var.İçine bir miktar mal koyduk; esnaflık yapacağız! Dükkan iş yapmadı. Biraz ilerdeki Laz bakkalla rekabet edemedik!
Dükkandaki malları da kendimiz tükettik.

                 Tatillerde iş bulup çalışıyor,okul harçlığımı denkleştiriyorum! Topçular Demirkapı'da küçük bir fabrika var; atölye demek daha doğru. Çocuk işçi çalıştırıyorlar. Fabrikada çocuk çizmesi üretiliyor. Başımızda büyük olarak Mahmut Amca; usta başı,bir de yardımcısı var. Mahmut Amca kauçuk bir kalıbın üstüne ham lastikleri yapıştırıyor tabanını da koyduktan sonra istimle çalışan sıcak preslere yerleştiriyor.Çizmeler pişince presler ötmeye başlıyor.O zaman koşup presi açıyor , çizmeleri çıkarıyoruz. Çizmelerin çok sıcak olduğunu söylememe gerek yok.Ellerimiz yanarak çizmeyi alıp kalıptan çıkarmak için bir tür mengeneye götürüyoruz.Çıkarmak kolay değil. Çizmenin ökçesiyle burnundan tutup ayaktan çıkarır gibi çekip çıkarmak lazım; fakat sıcak...Bazen içindeki kauçuk kalıp cart diye kırılıyor. Çünkü kullanıla kullanıla yıpranmış eski nesneler.Bu durumda iş Mahmut Amca'ya kalıyor.
Mahmut Amca çizmenin içinde kalan kalıp parçasını çıkarıp, tekrar kullanılmak üzere yapıştırıp onarıyor.

                            Bin dokuz yüz elli sekiz yılı haziran ayı sonunda öğretmen okulundan mezun oldum. Diyarbakır Çermik İlçesinin Aşağı Şıhlar Köyü'ne atandım. Yolluk hemen çıkmıyor- ben o yolluğu defalarca dilekçe yazarak ancak iki yıl sonra Eğitim Enstitüsü'nden mezun olduğumda alabildim.- Yol param yok. O sırada eniştem Topkapı'da Birleşik Alman İlaç Fabrikası'nda çalışıyor. Fabrikanın inşaat zamanından kalma bir barakanın yıkımı için geçici işçi aranıyormuş. Haber verdi; işe başladım. Birlikte çalıştığım benimle aynı yaşlarda Yugoslavya göçmeni çok az Türkçe bilen Boşnak bir genç var. Barakanın çatısından tahtaları söküyor; aşağıya bana uzatıyor ben de bir kenara yığıyorum. Uzattığı bir tahta ben daha tutmadan elinden kaydı; tahtanın ucundaki eğri bir çivi geldi burnuma saplandı. Burnumdaki delik o günden kalmadır!

                            Bu baraka sökümü işi bir iki günde bitti.Yüz lira verdiler. Öğle yemekleri, iki saatte bir verdikleri harika demli çaylar da cabası! Bütün bu çabalamaların sonunda bir eylül bin dokuz yüz elli sekizde Devlet'ten aldığım maaş yüz beş lira... Beş lirasını da İlkokul Öğretmenleri Yardım Sandığına kestiler. Bağış! Bağış gönüllü verilir; bunlar hiç sormadan her öğretmenin maaşından beş lira kesiyorlar.Tabi ses çıkaramıyorsun. Yabancı yer; kimseyi tanımıyorsun.

                    Yol parası sorununu çözünce trenle Diyarbakır yolculuğu başladı. Kara tren: Hani şu "dağlarda dolanıp da belki de hiç gelmeyen." Gençler kara treni, DDY müzelerinden ya da eski filmlerden bilirler. Buharlı lokomotif kömürle çalışır. Kömür dumanı, kömür parçacıkları, açık pencerelerden kompartımanlara dolar.Pencereleri açmamak da mümkün değil...Yolculuk boyunca el yüz simsiyah is olur. Haydarpaşa- Diyarbakır yolculuğumuz dur kalk üç gün sürdü. Hazer Gölü (Hazar değil) yanından geçerken demiryolu bir yokuşa sarar. Orada tren o kadar yavaşlar ki yolcular inip bir süre trenin yanında yürüdükten sonra tekrar binerler. Tren istasyonlarda durduğu zaman çevresini bir sürü çocuk sarar.Simit, çeşitli meyveler, kavun karpuz, salatalık satmaya çalışırlar. Ve:" gazete , gazete,gazete" diyerek vagonlaqrın çevresinde dolanırlar. Önceleri, gazeteleri okumak için istediklerini sanıyordum. Sonra babalarının, büyüklerinin, gazete kağıdı ile tütün sardğını öğrendim.

                   Diyarbakır'a vardık. Çermik kaplıcaları ile tanınan bir kasaba. Çok sık olmasa da ulaşım araçları var. Bir akşam üzeri Çermik'e vardım.Yayla Palas adlı,iki katlı bir otel var. Alt kat kahvehane; lobi de diyebiliriz. Otel görevlisine tek kişilk bir oda olsun dedim. "Odada mı yatacaksın?" dedi. Garibime gitti: Ya nerede yatacaktım? Yatmak için odaya girince anladım: Oda fırın! Lobiye gittim ; durumu anlattım. Adam: " Ben sana sordum dedi. Sonra yatağımı dama çıkardı. Bütün otel müşterileri damda yıldızların altında serilmiş yatıyor. İyi de abi!Ben cins adamın tekiyim! Böyle kollektif uyuyamam ki!Horlayanı, öksüreni, uykusunda konuşanı, affedersiniz , osuranı...ne ararsan var!Çar naçar yattık. O kadar yorgundum ki; uyumuşum. Sabah kahveye indim. Şok,şok,şok!!!
Kahvede sınıf arkadaşlarımdan Ethem oturmuyor mu? Oturuyor!
Birbirimize bir sarılışımız var: Anlatılamaz;yaşanır! Görmek lazım.Dört gözümüz dört çeşme..."Erkekler ağlamaz." demeyin.Çocuğuz, evimizden,alışık olduğumuz yerlerden ilk kez ayrılmışız. On yedi bitmiş;daha yeni on sekize" Bassam mı? Basmasam mı?" kararsızlığındayız. Ağlamamız dindikten sonra bisküvi, çayla kahvaltımızı yaptık

                           Daha ay başına iki üç gün var. İkimizde de para bitti.Köye gitmeye karar verdik. Sorduk soruşturduk, benim köyün daha yakın olduğunu öğrendik.Bizi ay başına kadar misafir ederler diye düşündük. Bugüne bugün(ya da o güne ogün) resmen okullarının öğretmeniydim!Otelci: Dicle'den kum çeken kamyonlar var. Onlarla Dicle'ye kadar gidersiniz; oradan köye kadar yürürsünüz dedi. Öyle yaptık. Dicle'den sonra köy yoluna düştük. Yol bağların arasından geçiyor. Bağlardan birinde ,kulübenin önünde oturan yaşlı bir amca bizi çağırdı. Kim olduğumuzu , nereye gittiğimizi sordu;anlattık. Karpuz kesti, üzüm koydu önümüze yedik. Birer de sigara sardı. Moralimiz biraz düzeldi.Teşekkür ettik,ayrıldık. Hava sıcak... Elimizde çantalar da var; terledik. Diclenin uygun bir yerinde, suya girip serinledik. Sonunda köye ulaştık. Muhtarı sorduk;"tütüne gitti" dediler.O yıllarda, o yörelerde çok kaliteli tütün yetiştiriliyor.

                   Köy İhtiyar Heyeti azalarından yaşlıca bir adam bizi aldı;konuk etti. Karısı bir döşek indirip odanın toprak tabanına serdi.Bir toz bulutu ve sinekler havalandı yerden.Biz de yoksul insanlarız. Konaklarda büyümedik; ama evlerimiz temizdi.Önümüze bir sini içinde çorbaya benzer bir yemek, pekmez , yufka ekmek koydular. Bir kaşık aldım; çorbada yüzen şey bir akciğer parçası imiş. Yutsam yutamıyorum; çıkarsam ayıp... Zor zar yuttum. Biz yemek yiyip gelmiştik kusura bakmayın deyip.Teşekkür ederek okulu görmek istediğimizi söyledik.

                      Okul tek katlı kerpiç bir bina. Kapı açık. Okul duvarına sırtını dayamış entarili kirli sakallı bir yaşlı adam önüne diz çökmüş bir çocuğa bir şeyler öğretiyor. Kapıya yaklaşınca içerden dört beş tavuk kanat çırparak gıdaklayarak kaçıştı.

                       Tek sınıf... Kapıdan girince sedir gibi yüksekçe bir yer öğretmen odası ; ben öyle düşündüm. Sınıfın zemini toprak. Tahtadan birbirine çapraz çakıl ayaklar üzerine uzatılmış bir uzun kalas öğrencilerin oturacakları oturmalık; aynı şekilde daha yüksekçe bir kalas da üzerine kitap defter koyacakları sırayı oluşturuyor. Sınıfta böyle dörder öğrencinin oturabileceği dört sıra var. Hiçbir kayıt kuyut defteri ya da resmi evrak görünmüyor. Dolap falan da yok.

                       Köyü , okulu gördükten sonra geldiğimiz yollardan tekrar Çermik'e döndük.1Eylüle kadar kalıp, yüz beşer liralık maaşlarımızı aldıktan sonra İstanbul'a döndük. Eğitim Enstitüsü sınavlarını kazanıp İstanbul Eğitim Enstitüsü'ne girdim.

                       Bütün bu olanlardan,yıldın, bezdin, pişmanlık duydun mu derseniz; Asla!!!" Hamdım, piştim, yandım " Adam oldum!

YORUMLAR

10 Ocak 2022, 15.07
Das Kapital okumuş çoğu insanın aklında kalmış ender sözlerden biri: “Anlatılan senin hikayendir” cümlesidir. Esasında bu cümle Karl Marx’a değil, Romalı şair Horatius’a aittir [“ne gülüyorsun, anlatılan senin hikayen” şeklinde. Marx sadece gülme kısmını çıkarmış] Neyse kim ne demiş, gerçek hali neymiş değil konu, burada anlattıklarınız, 1950’lerin sonlarına doğru geçen, sizin bizatihi tanık olup bizim kitaplardan okuduğumuz ve halihazırda yapı olarak hiçbir değişikliğin olmadığı yaşanmışlıklar. 

O yıllarda da Laz bakkallar yani özellikle Doğu Karadeniz insanı, biraz da kafasını kullanıp para ile para kazanıyormuş. Şimdi farklı mı, şu ülkede yapılan nerdeyse tüm inşaatların altından Laz müteahhitler çıkıyor. Rant sahipleri.. Ülkeye katma değer anlamında sundukları bir şey yok. İstanbul’un her yerine Altur hakim, servisçilik yapıyorlar. Gene emek yok, araç al ya da kirala ve servisçilikle para kazan. “Karadeniz’in zengin insanları”nın milliyetçilik anlayışının adıdır rant. O yüzden sağ iktidarların peşinde gidip her türlü ihaleyi alırlar. Karadeniz erkeği çalışmayı sevmez, tüm yük kadındadır. Hani Karadeniz halkı ile Kürt halkı “milliyetçilik” ekseninden dolayı birbirini hiç sevmez gibi görünür ya, aslında tanısalar çok severler birbirlerini :) Bu kadar mı benzer bir yapı olur. Tabii erkeklerden bahsediyorum. Parayı bulunca iki tarafın erkeği de saç, bıyık boyatır, renkli estetikten uzak kıyafetler, eşlerinin üzerine ikinci eş ya da metres, çalışmayı sevmeyen, kadınları sadece doğurgan olarak gören tipler. İki profilin de ortalamasını objektif bakışla gözlemleyin ne çok benzerlik bulacaksınız...


Yazıda 1958 ifadesi geçmiş, sadece o yılı baz alırsak 2. Dünya savaşı’nın üzerinden 13-14 sene geçmiş. Savaş sonrası Almanya yıkıldı, harap oldu. Ama bakıyorsun İstanbul’da Birleşik Alman İlaç fabrikası var. Bu fabrika aslında bugünkü Bayer’e aittir. Senin en büyük ilaç şirketin bugün için Abdi İbrahim ve dünyada ancak 98. sırada. Yurtdışında herhangi bir fabrikası var mı onu da bilmiyorum. Ama yıkıldı denilen Almanya’nın bir ilaç şirketi savaştan kısa bir süre sonra senin ülkende fabrika açabilecek seviyede. Sen daha tarım reformunu bile yapamamışsın, sanayi’yi nasıl güçlendiresin? Yazıda anlatıldığı gibi, kaç insan köyündeki tarlaları satıp büyükşehirlere “umut” diye geldi. Niye geldi, acaba kendi memleketlerinde imkan olsaydı her şeyi bırakıp bugünkü sokak hayvanlarının yaşadığı barınaktan hallice evlerde yaşam mücadelesi sürme girişiminde olurlar mıydı? 

O günkü öğretmenler çok zor şartlarda eğitim veriyorlarmış. Okul yok, okul varsa sıra yok, tahta yok, yolu yok, hepsi olsa öğretmen yok. Şimdi de atanamayan yüzbinlerce öğretmen var, bir bir intihar ediyorlar. Çünkü milli bir eğitimin yok. Oysa bir ülkenin üç şeyi milli olmalı: milli eğitim, milli ekonomi ve milli ordusu. 

64 senede hiç mi bir şey değişmez ya hu.. 

Daha trenler için “komünist icadıdır” v.s diye raylı taşımacılığın baltalanmasından, sizden “bağış” adı altında kesilen bugün ise faturalarda karşılaştığımız anlamsız kalemlerin benzerliğinden, Menderes döneminden, güneydoğu halkının din faktörü ile nasıl uyuşturulduğundan [Aşağı Şıhlar yani “şeyhler” diye köy mü olur. Dini motif işte] bahsetmiyorum bile..

Yaşanmışlıkları paylaştığınız ve çoğu gerçeği yüzümüze vurup bu ülkenin geçmişte de şimdi de bir halt olmadığını gösterdiğiniz  teşekkürler...
10 Ocak 2022, 19.50
Vay arkadaşım merhaba! Seninle tartışmalarımız pek dostça olmamıştı. Kırdıysam; özür dilerim. Sevgiler, selamlar...Ben seksen iki oldum. Yolculuk yakındır. Dobra adamsın. Ben de öyleyim...Buralarda olduğuna göre tekrar yazışırız sağ kalırsak. Yazılarım şiirlerim var. Bu çok eski yazılarımdan biridir. Emekli olduğumu söylememe gerek yok. Büyük acılarım yürek yangınlarım oldu. "Bu günümüze de çok şükür." demekten başka yapabileceğimiz bir şey yok.  Mutlulukla, sağlıcakla kal...

11 Ocak 2022, 17.53

Anılar genelde güzel anlatılır, kayda değer hatırlanır ancak birinin anısında başka birinin hayatı bambaşka çıkabiliyor. Anılar herkeste aynı şekilde gerçekleşmiyor maalesef. Birileri için şu zamanların güzel yaşandığı anlarda birileri öldürülüyor, birileri ise kendi canına kıyıyor. Durmuyorlar, katillerin her zaman öldürmek için bir bahaneleri var. Cinnet geçirme, tarikat vs gerekliliği gibi. Çıkan haberlerden gördüğümüz herkese potansiyel katil gözüyle bakıyoruz artık bence hepimiz. Şahsen evimdeki eşim, çocuğumdan dahi şüphelenir hale getirdiler beni de. Suç, suç ve suçluların haber olmasında mı, elbette hayır. Kedimden bile şüpheleniyorum ya. Bu arada yazınızı kötülemiş sayılmam, yazı bahanesiyle sadece dünyaya bir haykırıştı benimki tabii en çok ülkeme...

23 Ocak 2022, 21.20
Sevgili otherand yazımı beğenmediğiniz belli. Bu yazı yıllar önceye gençliğime ait bir yazıdır.Zaten burada yazılarımızı yayınlamamızın nedeni, onları siz değerli okuyucuların değerlendirmesine sunmaktır. Değerlendirmeniz için çok teşekkür ederim. Mutluluklar dilerim. Selam ve sevgilerimle. dramaturg.
24 Ocak 2022, 15.37
Sevgili BirAdamY İlgine teşekkür ederim. Doğrusunu biliyorsun. Her zaman olduğu gibi;  bildiğini sağlam  bilenlerdensin Cümle Romalı şair Horatyus'a aittir "Ne gülüyorsun, anlatılan sensin."  Ben kendi şehrimden, evimden bin kilometre uzakta -Henüz on yediden  on sekize yeni geçmiş.- bir köy ilkokuluna atanmış. Ve o kadar yolu katedip göreve başlamış biri olarak şu an kendimi kutluyorum. Ben orada  okul diye gösterilen binayı, sıraları, gidişimi dönüşümü anlatmıştım. Selamlar. Hoşça kal, sağlıcakla kal.
Yorum yapabilmek için ÜYE GİRİŞİ yapmalısın