1952 Yılı
02 Nisan 2022, 20.35 A- A+
1952 Yılı
İlkokuldan mezun oldum. Övünmek gibi olsun! Köyün gördüğü ve görüp göreceği en başarılı öğrenciydim. Bizim köyde eğitime çok önem verilir; öğrenciler adeta yarıştırılırdı.
Bekir Dede'm ve Hanife Ninem - Allah onlardan razı olsun ve gani gani rahmet eylesin- okul bitince beni İstanbul'a babamla Cevriye annemin yanına gönderdiler. Eyüp'te İslam Bey Mahallesinde kirada oturuyor, Behçet adlı bir arkadaşımla birlikte ortaokula gidiyorduk. Bir süre sonra Sofular Çıkmazı'nda sokağın bittiği yerde bahçe içinde bir eve taşındık. Bahçede dut, vişne, erik, vb. birçok ağaç vardı.
O yıllarda verem çok yaygın ölümcül bir hastalıktı. Henüz etkili bir ilacı yoktu. Her semtte " verem savaş dispanseri" adlı sağlık kuruluşları vardı. Millet veremden sapır sapır dökülüyor, dispanserler, hastaneler dolup taşıyordu. Okul öğrencilerini de dispanserlere muayeneye götürüyorlardı. Bir gün bizi de Eyüp Verem Savaş Dispanseri'ne muayeneye götürdüler. Bende ve birkaç öğrencide daha "zafiyet" saptandı. Hasta değildik ama hastalanma riski taşıyorduk. Prevantoryum 'a yatırılmamıza karar verildi. Valide Bağ Prevantoryum 'u Marif Vekaleti'nin hasta öğrenciler için tahsis edilmiş hastanesiydi. Yanımıza almamız için gerekli pijama terlik, cam bardak, diş macunu, diş fırçası, havlu vb. listesi verildi. Belirlenen günde rahmetli Hafize Nine'mle - Anneannem- Eyüp'ten vapurla Üsküdar'a oradan da Kısıklı tramvayıyla Fıstık Ağacı durağına kadar gittik. Oralar o tarihlerde cennet gibi güzel yerlerdi. Bağlar, bahçeler, çam ve servi ağaçları arasından prevantoryum kapısına vardık. Kapıda eşyalarımız kontrol edildi; girdik...Erkek öğrencilerin kaldığı Mustafa Necati Pavyonu 'na gittik. Teslim alma işlemlerini Melek Hemşire yapıyordu. Ben o zamana kadar, belki ondan sonra da bu kadar güzel bir kadın görmedim. Uzun, kıvrık kirpikler, incecik kaşlar, çok düzgün harika bir burun, iri güzel gözler, pembe beyaz bir ten, balık eti dolgun bir vücut... Yaşım müsait olsa ben bu kadına aşık olabilirdim ! Başında kumral saçlarına tokalarla tutturulmuş ön kısmında kırmızı küçük bir ay bulunan beyaz kepiyle gerçek bir melekti! Evrakımı aldı kontrol etti, bir deftere kayıtlar yaptı. Yatağımı, dolabı gösterdi. Gitti... Ninem birkaç parça eşyamı, havlumu, dolaba koydu, bana sarıldı yanaklarımdan öptü kokladı, tembihlerde bulundu gitti... Ninem gittikten sonra ağlamaya başladım... Ama nasıl bir ağlama! Hıçkıra hıçkıra! İçim dışıma çıka çıka ağlıyorum! Diğer çocukların, hasta bakıcıların tesellisiyle biraz sonra sakinleştim.
Bize burada olağanüstü bir özen gösteriyorlar. Yemek yememizden, yatıp kalkmamıza, yıkanıp temizlenmemize, ilaçlarımızı kullanmamıza, uykularımıza kadar akla gelen her şeyi kontrol ediyorlar...
Kaldığımız koğuşların önünde boydan boya uzanan bir balkon var. Her sabah bu balkondaki yataklarımızda bir saat üzerimizi battaniyelerle sıkıca örterek temiz çam havası almamızı sağlıyorlar. Buna "kür" deniyor. Hava soğuk değil ama çam ağaçlarının üzeri karla kaplı... Karların ağırlığından dallar aşağıya sarkıyor... Tablo gibi bir manzara!
Akşam yemeğinden sonra kütüphaneye gidiyoruz. Zorunlu değil... İsteyen istediği kitabı alıp okuyor. Görevli bir öğretmen var. Her gece başımızda duruyor. Sormak istediğimiz bir şey olunca soruyoruz.
Bazı geceler yemekhanede film gösteriliyor. Lorel Hardi, Şarlo, İki Kafadar... gibi komedi filmleri ve Tarzan...
Bir ayın sonunda taburcu oldum. Tam 1953 yılbaşı gecesi evdeydim. Tekrar okula başladım ama derslerde çok geride kalmıştım. Özellikle Fransızca ve matematik derslerim çok zayıftı. Babam: "Bunun okumaya niyeti yok."dedi ve beni okuldan aldı. Aslında babamın niyeti; beni bir yerde çalıştırıp kazandığım paradan yararlanmaktı. Öyle de oldu...
Eyüp'te cuma günleri pazar kurulan yerde tanıdığımız Kadri Özkil abimizin radyo, saat, gözlük bisiklet sattığı bir mağazası vardı. Babam beni onun yanına çırak verdi.
İşim, vitrindeki saatlerin, gözlüklerin, ufak tefek diğer eşyanın, radyoların tozlarını almaktı. Cadde üstü... Ne yaparsan yap, her gün vitrindeki eşyalar tozlanıyor... N'apalım toz almaya devam... İyi güzel de; nasıl oluyorsa, ben her gün toz bezini vitrinde unutuyorum!.. Komik bir durum! Vitrinde satılık,saatler, gözlükler, çakmaklar ve toz bezi!.. Kadri Abi kızmıyor; gülüyor... "Bu toz bezine de bir türlü bir alıcı çıkmadı!.." diyor.
Vitrinin ön tarafında, saat, çakmak, güneş gözlüğü...vb. küçük eşyalar, daha arkada, elektrikli ev eşyaları, en arkada da üst üste dizilmiş radyolar var. Kadri Abi bir gün getirdi tavana bir bisiklet astı... Bisiklet radyoların biraz üzerine kadar iniyor. Her çocuk gibi bisiklete binme benim de hayalim... Yok yok! Bisikleti oradan indirip binecek halim yok! Yalnız, pedalından tekerleği çevirebilirim... Aynen öyle yaptım: Tavana asılı bisikletin pedalından arka tekerleği fırıl fırıl döndürüyorum! Amma! Pedal mı takıldı? Benim kolum mu çarptı? Nasıl olduysa; o, arkada üst üste duran radyolar paldır küldür vitrinin içine yığıldı! "Eyvah! Vitrin camı gitti!" dedim ama neyse ki öyle bir şey olmadı. Diğer eşyalara da bir şey olmadı; onları düzenledim yeniden. Fakat içime bir kurt düştü... Ya radyolara bir şey olduysa? Radyoların hepsi yüz on volt İstanbul şehir cereyanına ayarlı. Anlamanın tek yolu patron gelmeden tek tek hapsini prize takıp denemek... Öyle de yapıp hepsini eski yerlerine yerleştirdim. Bir daha da o bisiklete dokunmadım. Bir musibet bin nasihatten evladır demişler...
Köydeki ninem dedem beni okuyor biliyorlar... İstanbul'a gelip gidenlerden Hanife Nine'm babamın beni okuldan alıp radyocu'da çalıştırdığını öğrenmiş... Bir hışımla geldi, beni kolumdan tuttuğu gibi aldı köye götürdü. Kepir Tepe ilk Öğretmen Okulu Giriş Sınavları var. Girdik, kazandık ve Kepir'de Yaşam başladı... Kepir'de Yaşam az sonra...
Bugünlük bu kadar; yoruldum... Sağlıcakla kalın...
YORUMLAR