ZeRRa ablam sen Robin Hood diyince bende bak bizim eşkiyalara geldim çok severim efsane, eski hikayeleri. Şimdi onları alıp gününüze nasıl taşıyoruz dimi .
Birde bu iki örneği yazayım dedim. Sonuna siz karar verin..
“Ne şehittir ne gazi, hiç uğruna gitti Niyazi”
Bu sözü herkes bilir ama Niyazi kimdir? bilmez. Merak edenler için ,
Aslen bir Arnavut olan Resneli Niyazi’nin Osmanlı ordusu içinde kıdemli yüzbaşı rütbesine denk gelen kolağası bir askerdi yalnızca.
İddialara göre Sultan Abdülhamid’den Yıldız Sarayı’na yaver olma teklifi almasına rağmen “hürriyet, müsavat ve uhuvvet” taleplerinin ile Red etti..
Devamını araştırın. Eşkiya deseler de aslında Meşrutiyet talebinde bulunan bir vatansever. Birde "meral" vardır araştıranlar okuyunca şaşıracak..
İkinci
Zengin bir adamın, babasının parasında gözü olan oğlu varmış, baba sürekli “oğlum çalış” dermiş buna. “Baba parası fayda etmez, çalış da sen kazan.”
Baba yaşlanmış, bu arada çocuk bir iş sahibi de olamamış. Bir gün adam yatağa düşmüş ve ağır hasta olunca oğlunu çağırıp başlamış konuşmaya: Bak oğlum beni iyi dinle. Sana içinde altı bin altın bulunan bir sandık bırakıyorum. Bu altınların üç bini senin, diğer üç bini ise memleketin en büyük eşkıyasının, bulup ona vereceksin. Bu sana vasiyetimdir, eğer dediğimi yapmazsan ahirette iki elim yakanda olur. Ve baba bir iki gün sonra ölmüş…
Çocuk altı bin altını yanına alıp yollara düşmüş. Memleketin en büyük eşyasını arıyor.
Dolaşmış, dolaşmış, önüne gelene sormaya başlamış. Sonunda bir dağın tepesindeki “Kelle Koparan’ı” söylemişler. “Memleketin en büyük eşkiyası o’dur, ondan büyüğü yoktur” demişler.
Çocuk başlamış dağı tırmanmaya. Mevsim kış, dondurucu soğuk, tipi, bora, fırtına gırla… Dağın doruğuna yaklaşmış bakmış karşısında iki silahlı adam. Kelle Koparan’ın adamları. Alıp kendisini yanına çıkarmışlar.
Memleketin en büyük eşkıyası bir mağarada oturuyor. Çocuk huzura varınca selam verdikten sonra derdini anlatmış:
Babamın vasiyeti var. Memleketin en büyük eşkiyasına üç bin altın bıraktı. Sordum soruşturdum, senden büyüğü yokmuş. Aldım altınları sana getirdim. Kelle Koparan, “Yanlış kapı çaldın oğlum” demiş.
“Bu memleketin en büyük eşkıyası ben değilim.” Çocuk başlamış konuşmaya: Ama herkes sizi söyledi…
“Değil oğlum, benden büyüğü de var. Falanca yere gidecek ve orada Kadı Er Efendi’yi bulacaksın. O benden de büyük eşkıyadır. “Sen benim dediğimi dinle git de eşkıyanın kim olduğunu anla!
Çocuk yine yollara düşmüş. Kelle Koparan’ın tarif ettiği yeri bulmuş ve Kadı Er Efendi’nin huzuruna çıkmış, elini öptükten sonra babasının vasiyetini anlatmış ve Kelle Koparan’ın kendisini tavsiye ettiğini söylemiş. Kadı efendi birden gürlemiş: Vay bre densiz. Hiç kadı' dan eşkıya mı olurmuş. Çocuk bıkmış usanmış, babasının vasiyetini yerine getirmezse rahat etmeyecek, başlamış yalvarmaya:
Aman Kadı Efendi, ne yap et şu dertten beri kurtar. Al şu üç bin altını da ben de başımın çaresine bakayım.
Kadı Er Efendi sakalını sıvazlayıp, kara kaplı kitaba baktıktan sonra bu işte “Hile-i şer’i ye” gerekli olduğunu anlatmış. Çocuk, Kadı Efendi ne yaparsan yap da beni dertten kurtar demiş.
Kadı Efendi başlamış “Hile-i şer’iye”yi anlatmaya:
“Şu karşıki araziyi görüyor musun?”
Evet Kadı Efendi.
“İşte o arazi benim.”
Hayırlı olsun Kadı Efendi!
“Peki, toprağın üzerindeki kar kimin?”
Bilmem Kadı Efendi.
“Nasıl bilmezsin yahu, toprak kiminse kar da onundur. Şimdi ben sana bu karları üç bin altın karşılığı satacağım…”
Aman Kadı Efendi ne yaparsan yap.
Kadı Efendi kâtibi çağırıp satış senedini yaptırmış, çocuk üç bin altını verip karları satın almış…
Çocuk ertesi sabah handa uyurken kapının vurulmasıyla uyanmış.
“Kadı Efendi seni çağırıyor.”
Çocuk giyinmiş ve Kadı’nın huzuruna varmış.
“Bre gafil, bu yaptığın ne?”
Aman Kadı Efendi ne yaptım ki?
“Bu arazi kimin?”
Senin.
Ya bu karlar?
Dün senden satın aldım.
“O halde benim arazimin üzerinde senin karlarının işi ne, derhal kaldır.”
Aman Kadı Efendi, kar kalkar mı?
“Ya bu karları kaldırırsın ya da seni hapse atarım.”
Çocuk başlamış yalvarmaya:
Etme Kadı Efendi, şu kara kaplı kitaba bir daha bak, bak ta bunun da “Hile-i şer’iye”sini bul.
Kadı Efendi, sakalını sıvazlamış, kitaba bakmış: “Zor ammaaaa, bunun da bir “Hile-i şer’iye”si var. Madem benim toprağımı işgal ettin, işgaliye rüsumu olarak üç bin altın ödersin, ben de seni affederim ve davadan vazgeçerim.”
Çocuk çaresiz, babasından kalan üç bin altını da Kadı’ya verip çıkmış dışarı. Ve başlamış bağırmaya:
Hey gidi Kelle Koparan hey... Sen meğer eşkıya değil, evliya imişsin. Dediğin doğruymuş, gel de eşkıya nasıl olur gör. Babamın da ruhu şad olsun, vasiyetini tuttum sözünde doğru çıktı ….
Bu eşkiya tanımı ile ayırdığım 2 örnek sadece
Aslında Hırsız kim? eşkiya kim?, diye size kocaman bir
SORU bırakıyorum...
Alın bu iki örneği 2024 de taşıyın etrafınıza bakın dedim gitti...
Teşekkür ablam
YORUMLAR
Bu yüzden dünyanın bizi getirdiği manik-depresif halimle mantıklı birkaç şey söylemek istiyorum.
Depresif tarafımdan,
Bertrand russell aylaklığa övgü kitabından bir hikayeyi biraz değiştirerek aktaracağım.
bir şirket düşünün 8 saat çalışarak dünyadaki mandal ihtiyacının yarısını karşılıyor,
bir buluş çıktı diyelim yarı zamanda aynı mandalı üretebiliyorsunuz, aklı başında dünyada şirket çalışanlarını yarı zamanlı çalıştırarak yine aynı işi yapmaya devam eder fakat dünyamızda durum bu değil ya şirket dünyanın bütün mandal ihtiyacını karşılayarak tekelleşmeye gider bunu yaparken de acımasızca gücünü kullanarak diğer rakiplerinden çok daha ucuza satarak iflas etmelerini sağlar, ya da yarı insanı işten çıkararak, yarı insanla aynı işi yapar. Bu iki durumda da yarı insan tamamen aylak kalır, kendi şirketinde çalışan insanlar ya da iflas ettirdiği şirkette çalışan insanlar. Çünkü herkes 8 saat çalışmak zorundadır, boş vakti aman kimsenin olmasındır. Kim çıkardı bu 8 saatti kuzum.
Manik tarafımdan,
Bir hikaye anlatırsam, sürekli beni arayıp hayatındaki ilişkilerini anlatan bir arkadaşım vardı, görüşlerime, bakış açıma güya değer verip beni azcık pohpohlayarak istediğini alma derdindeydi. Ne görgü şahidiydim ne de davalıyı tanıyordum : ) çünkü ayrı şehirlerdeydik o yüzden sadece kendi ağzından tek taraflı konuyu dinliyorum. Her seferinde başına gelenlere ahlanıp vahlanırken onay bekliyordu, sayasinde tanımadığım insanlara vay terbiyesiz öyle mi yaptı diyordum :) bir gün tabi dayanılmaz boyutlara geldi artık her sabah işe giderken bir taraftan giyinirken bir taraftan kulağımda telefon onu dinliyor halde buldum kendimi. Yahu dedim yeter, bana tanımadığım insanlarla ilgili kritik yaptırıyorsun bir de üzerine küfür ettiriyorsun ne bileyim ben şimdi onu niye sana öyle yaptı, sen ne yaptın da karşılığında bunu gördün diyorum, ama durur mu, dur dur sana konuyu anlatayım detayları bilmiyorsun sen deyip bir yarım saatimi daha çalıyordu :) Birgün hay dedim işteyim sonra konuşuruz, ay dur dur iki dakika anlatcam sadece , aaa dedim ama adam haklı yanlış yapmışsın yaptındı yapmadındı derken o gün bugündür konuşmuyoruz :)
özetle bu düzen ve bizler en çok insanların zamanını çalıyoruz ve o yüzden en büyük hırsızlık zaman hırsızlığı. Hayatları almak da bir zaman hırsızlığı…Daha da ileriye gidip konforlu yaşamak da hırsızlık diyebilirim.
Kendi adıma ne zamanımı ne de başkasının zamanını çalmamaya özen gösteriyorum diyerek toplumsal bir mesaj vereyim :) görüntü kirliliği oluşturan uzun yazım için de eee ne yapalım hala üzerinde çalışıyorum.... diyebilirim.