Sarkaç
14 Mayıs 2025, 14.06 A- A+
Bana sorarsanız bin yıl önceydi. Karalar denize, denizler karaya çaldı. Gökyüzü, her şeyi toparlayıp yuttu ve sonra olanca haşmetiyle yere tükürdü. Saçlarım, denizin üzerine kapanan iki kara parçası arasına sıkıştı ve ben, saçlarımdan asılı halde, bir sarkaç gibi o günden beri yerin altında bu karanlıkta sallanıyorum. Neden bunca zamandır ölmediğimi hiç bilmiyorum, zamanın olduğumuz yerde, yeryüzünde işlediği gibi işlemediği aşikar.
Burası karanlık ama bir müddet sonra gözlerim olağandışı bir görüş kabiliyeti kazandı ve sadece seslerini duyabildiğin insanların varlığını da görür oldum. İnsanların göz bebeklerinin yuvarlaklığı kaybolmuş, daireyi yukarıdan aşağı bölen bir çizgi halini almıştı; göğün kafesleri olağandışı genişlikte ve bedenleri olabildiğine zayıftı; ağız ve diş yapıları yırtıcı hayvanlara özgü bir vahşiliğe bürünmüştü, keza elleri ve tırnakları da öyle… Dönüşüyorduk. Bulunduğumuz bu yerde hayatta kalıyor oluşumuzun, akılla ve o zamana kadar öğrendiklerimizle izah edilir hiçbir yanı yoktu. Olduğumuz hali sorgulamak ise, zaten berbat olan akli durumumuzu daha da berbat bir hale getiriyor; bizleri, bu taş-toprak karışımı devasa bir mağarayı andıran eciş-bücüş yere sıkışmış kıyamet artıklarını, amansız bir deliliğe sürüklüyordu.
Diğerleri, benim tavana bağımlı hayatıma bir çözüm bulmaya çalıştılar. Yani nihayetinde canım yanıyordu, beni sağlam bir urgan misali asılı tutan saçlarımın dipleri kanıyor, alnımdan süzülen kanlar gözlerime doluyordu. Ortak bir kaderi paylaştığım bu iyi insanların, perişan halime acıyarak baktıklarını ve aralarında konuştuklarını görüyor, duyabiliyordum. Üstelik bir de beni beslemek zorunda kalıyorlardı. Burada bulunan ve solucandan gayrısına daha önce rast gelmediğim hayvanları, nasıl yetiştiğine dair hiçbir fikrimin olmadığı bitkileri, benim için hazırlayıp beni doyuruyorlardı. Saçlarımın zamanla uzayacağı ve benim de zemine ayak basabileceğim gibi, iyi niyetli ama nafile bir umut içindeydiler. Zamanı kavramamız için hiçbir done yoktu. Sanki vakit geçiyor ama zaman akmıyordu, o dehşet anına sıkışıp kalmıştık. Yaşlanmıyor, sadece dönüşüyorduk. Aşağı baktığımda, bir nebze bile olsun yere yaklaştığımı hissetmiyordum. Ben biliyordum; ne saçlarım uzayacak ne de olası sonum değişecekti. Bir sonraki küçük kıyamet, altında olduğumuz karayı paramparça edecek, özgürlüğüm gibi görünen bu serbestlik beni daha da derinlere yollayacaktı.
Tam altıma bir çukur kazmışlardı, Çukur öyle derin görünüyordu ki, benden çıkan ifrazatlar çukura ulaştıktan sonra sanki buharlaşıyor, hiç olmamışlarcasına kayboluyorlardı. Aşağı baktığımda, sonsuz derinliğe uzanan simsiyah bir çukur görüyordum. Bu dışkı çukuru, aynı zamanda benim ya ölüm ya kurtuluş çukurumdu. Sanki ‘oldu olacak’ gibi çok yakın bir zamanda, eskiden deniz olan üzerimizdeki kara parçası yarılacak ve ben, bir taş parçası gibi aşağıya doğru düşmeye başlayacaktım. Hissiyatım buydu. Buradaki ölümsüzlüğün o derinlikte kullanılır olup olmadığını bilmiyordum elbette. Evrim, arzın merkezine doğru nasıl şekilleniyor, insan, bulunduğu yere uyum süreciyle neye dönüşüyor ve zaman nasıl akıyor bilmiyordum.
Yukarıdan, yani yeryüzünden büyük bir uğultu geliyordu. Bu kadar derinden nasıl duyulabildiğine hayret ediyordum. Ben yeryüzünde olduğum zamanlarda derin bir huzur ve sessizlik hakimdi oysa. Devasa kara parçaları üzerimi kapamadan hemen önce saçlarım; bir teknede, masmavi denizin üzerindeki rüzgarla sağa sola savruluyordu ve ben kocaman gülümsüyordum gökyüzüne. Son mutlu an.
Hani ölmek kurtuluş olabilirdi. Denizin, göğün ve karanın birbirine karışıp bu karışımın içinde yüzlerce metre yukarıya ve sonra aşağıya savrulduğumda, nasıl olsa birkaç dakika sonra ölmüş olacağımı ve bu kıyametin hatırasının ölümümle beraber bir hiçlik denizinde kaybolacağını umut edip kendimi avutmuştum. Olmadı. “Neden” sorusuna mahkum edilmiş zihnim, ölümsüzlüğe mahkum edilmiş yukarıdan aşağıya doğru asılı halde sallanan bedenimle, yerin yedi kat altında, bu hatırayla yaşamaya mecbur bırakılmıştım.
Yeryüzüne fazla gelen lanetli insanoğlu, öngörülen veya öngörülemeyen zamanlarda yaratıcının gazabıyla tekinsiz derinliklere süpürülüyordu. Hesap sorulacak bir makam yoktu veya kendinizi temize çıkaracak bir yol… Çok mu iyiydiniz, başınıza geleni hak etmediğinize dair neye ve kime isyan edecektiniz. Kurunun yanında, illa ki yaş da yanıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış :( Yazık ama blog sahibi senin yorumunu bekliyor olabilir