gamyun.net'i doğru görüntüleyebilmek için tarayıcını güncellemelisin, güncelleyemiyorsan başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsin.

BLOG

"Ben Kimim" - "Sen Kimsin"

01 Ekim 2025, 18.51
A- A+
Dil, yalnızca bir iletişim aracı değildir. Aynı zamanda düşüncenin mimarisi, "toplumsal bilinç-altının" jeolojisidir. Wittgenstein'ın o sözünü hatırlayalım: "Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır." Bu bakımdan bir toplumda hangi soruların sorulduğu ya da sorulmadığı, o toplumun ontolojik temellerini açığa çıkarır. Türk dilinde "ben kimim?" sorusunun felsefi bir içe dönüş olarak nadir kalışı, bunun karşısında "sen kimsin?" sorusunun heteronom bir tahakküm aracı olarak yaygınlaşması tesadüf değildir. Bu iki soru arasındaki asimetri, aslında özne-nesne ilişkisinin nasıl kurulduğuna, bireyin kendini nasıl konumlandırdığına dair köklü bir kültürel şifre sunar.

Batı felsefesi Sokrat'tan bu yana "kendini bilme" üzerine inşa edilmiştir. Kartezyen özne: "Düşünüyorum, öyleyse varım" der. Burada varlık, düşüncenin kendisinden türetilir; özne kendi epistemolojik meşruiyetini kendi içinde bulur. Descartes'ın kuşkuculuğu bile bir öz-eleştiri pratiğidir; kişi kendi bilgisini, varsayımlarını, hatta duyularını sorgulamak zorundadır. Bu, ego'nun merkeze alınması değil, ego'nun sürekli sınandığı bir refleksivite halidir. "Ben kimim?" sorusu da bu geleneğin devamıdır: İçe dönük, otonom, kendi sınırlarını keşfeden bir öznenin sorusudur. Bu soru mütevazılığı içerir çünkü kişi kendi yetersizliğini, bilgisizliğini, sınırlılığını kabul ederek başlar düşünmeye.

Oysa "sen kimsin?" sorusu tam tersi bir ilişkisellik kurar. Bu soru özneyi değil, ötekini merkeze alır ama bunu "çoğu zaman" "tanımak" için değil, "tanımlamak" için yapar. Türkçede bu sorunun taşıdığı konotasyon neredeyse her zaman agonistiktir: "Kim oluyorsun sen?", "Kimsin be sen?", "Sen kimsin ki bunu yapıyorsun?" Bu formülasyonlarda karşıdaki, bir meşruiyet sorgulamasına tabi tutulur. Soru soran kişi, muhatap ettiği kişinin ontolojik statüsünü belirleme yetkisini kendinde görür. Bu durum esasında bir "iktidar tekniği"dir: Söylem, konumlandırma yapar; tanımladığı şeyi aynı zamanda hiyerarşik bir düzlemde yerleştirir. "Sen kimsin?" sorusu, karşıdakini "hiçleştirme" potansiyeli taşır çünkü cevaplanması gereken bir "kimlik ispat yükümlülüğü" yaratır.

Bu dilsel asimetrinin ardında toplumsal bir psikoloji yatar. Türk toplumunda kimlik, büyük ölçüde ilişkisel ve kolektif referanslarla inşa edilir. Kişi "ne olduğu"ndan çok "kime ait olduğu" ile tanımlanır: Hangi aileden, hangi memleketten, hangi tarikatten, hangi partiden, hangi cemaatten. Şerif Mardin'in "Merkez-çevre" teorisinin temelinde de bu yatar. Merkezle kurulan ilişki, bireyin toplumsal değerini belirler. Dolayısıyla "sen kimsin?" sorusu aslında "senin arkanda kim var", "kime/nereye tabisin", "vasfın ne" gibi sorularının kısaltılmış halidir. Bu soruda özerk birey yoktur; ağ içinde konumlanmış, referanslarıyla var olan bir varlık vardır. Yani bireysel farklılaşma değil, benzeşme ve kolektif bağlar, toplumsal yapının temelidir.

"Sen kimsin" diye sormak normalde insanın egzistansiyel tarafının bir tezahürüdür. Çünkü insan "sen" olmadan "ben"e ulaşamaz. Bebek, dünyaya geldiğinde "ben" kavramı yoktur; önce "sen"i tanır, sonra "ben"i tanır. İnsan yavrusu, diğer tüm memelilerden farklı olarak tamamen çaresiz doğar ve hayatta kalabilmesi için mutlak bir bağımlılık içindedir. Bu ilk "sen", annedir. Annenin bakışı, bebeğin ilk aynasıdır; onun gözlerinde bebek kendini görür, tanınır, var olur. Lacan'ın "ayna evresi" teorisi de bunu destekler: 6-18 aylık bebek, aynada kendi yansımasını gördüğünde onu başlangıçta bir "başkası" olarak algılar. "Ben" bilinci, bu yabancılaşma deneyiminden, "öteki"yle karşılaşmadan doğar. "Ben-Sen" ilişkisi, araçsal bir ilişki değildir, karşılıklı tanınma, diyalog, varlığın paylaşımıdır. "Öteki"nin yüzüyle karşılaşmak, beni etik bir özne yapar, onun çağrısına yanıt vermek, benim insanlığımı kurar. Dolayısıyla "sen" yalnızca bir dil kategorisi değil, varoluşun kurucu unsurudur.

Ama dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Bu kurucu ilişkisellik, aynı zamanda bir tehlike taşır. Eğer "ben" tamamen "sen"de eriyorsa, özerk bir özne hiç doğmuyorsa, kişi daima "öteki"nin tanımına, onayına, bakışına mahkum kalır. Psikanalizde buna "simbiyotik bağımlılık" denir: Bebek ve anne arasındaki normal ve gerekli olan birleşme hali eğer kırılmazsa, bireyi engeller. Çocuğun sağlıklı gelişimi, bu simbiyozdan yavaş yavaş ayrışmasını, "ben" ve "sen"in ayrı varlıklar olduğunu keşfetmesini gerektirir. Çocuk, annenin kucağından çıkıp dünyayı keşfetmeye başladığında, güvenli bir üsse sahip olduğunu bilmeli ama aynı zamanda kendi özerk varlığını da kurmalıdır. Burada "o" zamiri devreye girer. "O" kimdir, "baba"dır. Baba, "yasa"dır; toplumsal gerçekliği, dili, kültürel normları temsil eder. Çocuk, anne ile olan birincil bağını kırmak, babanın otoritesini tanımak ve böylece sosyal dünyaya girmek zorundadır. "O" zamiri, bu bakımdan mesafeyi, nesnelliği, üçüncü şahıs perspektifini getirir. Artık dünya yalnızca "ben" ve "sen"den ibaret değildir. "O" vardır, "onlar" vardır, bir toplumsal alan vardır.

Ancak işte Türk toplumunda sorun tam burada kristalize olur: "Sen"den "ben"e geçiş, hiç tamamlanmıyor. Birey, kurucu ilişkisellikten çıkıp özerk bir özne olamıyor. "Sen" daima baskın kalıyor. Kişi, ömür boyu "sen kimsin?" sorusuna muhatap kalıyor çünkü toplum, ayrışmayı, bireyleşmeyi, özerkleşmeyi bir tehdit, bir başkaldırı, bir "nankörlük" olarak görüyor. Çocuğun kendi ayakları üzerinde durması, kendi kararlarını vermesi, ailevi otoriteye karşı çıkması, meşru bir gelişimsel aşama değil, "saygısızlık", "büyüklere kafa tutmak" olarak değerlendiriliyor.

Bu engellenen ayrışma, yetişkinlik döneminde de devam eder. Birey, sürekli olarak kolektif referanslarına, ait olduğu gruplara, "büyükler"in onayına ihtiyaç duyar. "Ben ne düşünüyorum?" sorusu değil, "ailem ne der?", "arkadaşlarım ne der?", "mahallem ne der?" soruları belirleyicidir. Yani toplumsal itibar, bireyin öz-saygısından daha önemlidir. Kişi, içsel değerlendirmesinden çok, dışsal bakışlarla kendini tanımlar. "Ayna-benlik" denilen kavram tam anlamıyla bu durumu açıklar. "Ben", başkalarının gözünde ne olduğumu düşündüğümle şekillenirim. Ne yazık ki Türk toplumunda bu süreç hiç aşılamaz; benlik orada donup kalır.

"Ben kimim?" sorusu, işte bu donmuş yapıyı kırmaya çalışan, gecikmeli bir ayrışma sorusudur. Bu soru, kurucu ilişkisellikten sonra gelen, gerekli ve sağlıklı olan ikinci aşamanın sorusudur. Yani kişi der ki: "Evet, beni sen yarattın, sen olmadan ben olamazdım ama şimdi ben buradayım ve sormak zorundayım: Ben, senin yansıman mıyım yoksa kendi özerk varlığımın mı? Senin isteklerin mi, yoksa benim arzularım mı beni yönlendiriyor? Senin değerlerin mi, yoksa benim sorgulamam mı bana yol gösteriyor?" Bu sorular, ergenlik çağının psikolojik krizini yansıtır ama aynı zamanda, felsefi bir uyanışın da başlangıcıdır.

Türk toplumunda bu süreç sekteye uğrar çünkü "sen kimsin?" sorusu, sürekli olarak "ben kimim?" sorusunu bastırır, engellerr. Her özerklik denemesi, bir hiyerarşik sorgulama ile karşılanır. Birey kendi iç sesini dinlemeye çalıştığında, dışarıdan gelen "sen kimsin ki böyle yapıyorsun?" sorusu onu susturur. Bu, psikanalitik anlamda "süper-ego"nun totaliter bir biçimde işlemesidir: Kişinin içselleştirdiği otorite figürü, ego'yu sürekli denetler, cezalandırır, suçluluk üretir. Ama sağlıklı bir gelişimde süper-ego, zamanla daha esnek hale gelir; birey, otoriteyi körü körüne içselleştirmekten çıkıp onu eleştirel bir mesafeden değerlendirebilir hale gelir. İşte "ben kimim?" sorusu, bu eleştirel mesafenin açılmasıdır ve Türk toplumunda bu mesafe açılamadığı için, felsefe yapılamaz, özgür düşünce gelişemez, birey hep kolektifin gölgesinde kalır.

Felsefe, tanım gereği bir içe dönüş, bir kuşku, bir sorgulama pratiğidir. Ama bir toplum "sen kimsin?" sorusunu normalleştirmişse, "ben kimim?" sorusunu sormak abesle iştigaldir. Çünkü ikincisi, kolektif kimliklerin otoritesini sarsabilir. Kişiyi grup referanslarından koparıp kendi akıl yürütmesine başvurmaya iter. Bunun içindir ki gündelik dilde "felsefe yapma" ifadesi, aşağılayıcı bir uyarı olarak kullanılır. Karşınızdaki kişi biraz derin düşünüyorsa, sorgulamaya başlıyorsa, hemen "felsefe yapma" denir. Bu ifadenin altında yatan şudur: Düşünme, hayatı gereksiz yere karmaşıklaştırmaktır; soru sormak, fitne sokmaktır; derinleşmek, bozulmaktır.

Benzer şekilde "edebiyat yapma" da uzun, detaylı, duygusal anlatımları küçümsemek için kullanılır. "Kısaca anlat", "özet geç" diye kesilen bir anlatı, aslında dilin estetik ve refleksif kapasitesinin reddedilmesidir. Edebiyat, dili araçsallıktan çıkarıp bir düşünme ve hissetme pratiğine dönüştürür ama pragmatik, düz, hiyerarşik iletişimin egemen olduğu bir toplumda bu lüks görülür hatta tehlikeli bulunur. Aynı mantık "tiyatro yapma" ifadesinde de kendini gösterir: Birinin/bir grubun davranışı samimi bulunmadığında bu ifade kullanılır. Tiyatro, bir performans sanatıdır ama burada "performans" kelimesi bile pejoratif bir anlam kazanmıştır. Yeri gelmişken "tiyatro"nun etimolojik kökeniyle ilgili yıllar evvel yaptığım bir çıkarımın özetini paylaşayım: "bakma"nın antik Yunanca karşılığı "theome". "Theoria" yani bizim dilimizdeki haliyle "teori", Yunanca "Tanrı" anlamına gelen "Theos" kelimesinden türer. Tıpkı bugünkü "tiyatro" lafzının evrim geçirmeden önceki hali olan ve "oturma/görme/görüş yeri" manasına gelen "theatron" gibi. Buradan hareketle tiyatronun çıkış amacının dini bir ritüel olduğu çıkarsamasını yapmak hiç de zor değil. Tiyatro için "tanrısal bakış"ın yani "kusursuz"luğun temaşası diyebiliriz. Biz ise siyasi anlaşmazlıklara, bir futbol müsabakasında verilen yanlış kararlara, hatalı yenilmiş gollere yani "kusur"lara tiyatro diyoruz.

"Felsefe yapma", "edebiyat yapma", "tiyatro yapma"... Hepsinde ortak olan nokta; düşüncenin, sanatın, soyutlamanın ve refleksiyonun gündelik pratikten uzak, gereksiz, hatta zararlı görülmesidir. Bazı toplumlarda düşünce dünyasına dair üretim, toplumsal saygınlık kaynağıdır, bazılarında ise bir "zayıflık" işareti, "gerçek hayatı bilmeme" belirtisi sayılır. Türkiye'de entel(l)ektüel -bir buçuk L-, genellikle "kafası karışık", "ütopik", "hayalperest" sıfatlarıyla anılır. Çünkü düşünmek, şüphe doğurur; şüphe ise otorite yapılarını, kolektif mutabakatları, yerleşik hikayeleri tehdit eder.

Rodin'in "Düşünen Adam" heykelinin "sadece" Türkiye'de bir akıl hastanesinin önünde konumlandırılmış olması, bence bu zihniyetin en çarpıcı materyal sembolüdür. Heykelin özgün bağlamı, insanın düşünsel kapasitesini, iç savaşımını, refleksif gücünü kutlamaktır. Ama bu heykeli bir psikiyatri kliniğinin girişine yerleştirmek, subliminal bir mesaj taşır: Çok düşünmek, deliliktir. "Kafayı/kafaya takma", "kafayı çalıştırma", "düşüne düşüne kafayı yeme" gibi ifadeler halk dilinde yaygındır. Bunlar, düşüncenin bedeni, ruhu yıpratan hatta hasta eden bir faaliyet olduğu inancını yansıtır. Oysa Aristoteles, felsefenin başlangıcını "thaumazein"e, yani "hayret"e, "merak" duygusuna bağlar. [Buraya ufak bir parantez açayım: "Geçmişte birileri bir şeyler söyledi diye illa bu düşünceleri kabul etmek zorunda mıyız?" diye sorulabilir. Elbette değiliz. Ama reddetmek için de önce "anlamak" zorundayız. Aristoteles'ten örnek vermek, bir "otorite argümanı" değildir. Yani "Aristoteles demiş, o zaman doğrudur" demiyorum. Tersine, Aristoteles'i referans göstererek şunu söylemek istiyorum: "Bu konu tarihte şöyle düşünülmüş, gel birlikte bakalım bu düşüncede tutarlı bir şey var mı, yoksa çürütülebilir mi?" Felsefe tarihi tam olarak bu: Geçmişin düşüncelerini sorgulamak, test etmek, yeniden değerlendirmek. Nietzsche Platon'u çürütmeye çalıştı, Heidegger Descartes'ı eleştirdi, Foucault tüm aydınlanma geleneğini sorguladı. Ama hepsi bunu "anla"dıktan sonra yaptı.] Düşünmek, insanı hasta etmez aksine, düşünememek, içinde bulunan toplumsal koşulların travmatik olması kişiyi hasta eder. Ama bu ayırımı yapmak, sistemi sorgulamayı gerektirir. "Bireysel patoloji"yi değil, "yapısal patoloji"yi görmek gerekir. İşte bu yüzden heykeli oraya koyarak, sistem kendi eleştirisini engellemiş, suçu düşünen bireye yüklemiştir. Nihayetinde Türkiye Cumhuriyeti tarihi her dönem "düşünce"yi cezalandırıp "düşüncesizlik"lere ses çıkarmayan otoriteler tarafından idare edildi ve ediliyor.

Son tahlilde "ben kimim?" ile "sen kimsin?" arasındaki mesafe, salt dilsel bir fark değildir. Bu, iki farklı varoluş tarzının, iki farklı toplumsal organizasyon biçiminin aralığıdır. Birinci soru, özerk özneyi, sorgulayan bireyi, felsefi düşünceyi mümkün kılar. İkinci soru ise heteronom yapıyı, kolektif denetimi, statü hiyerarşisini yeniden üretir. Türkiye'de felsefe, edebiyat ve sanatın küçümsenmesi, bu ikinci paradigmanın tahakkümünün bir sonucudur. Düşünmek, burada bir tehdit olarak algılanır çünkü düşünen birey, kolektif belirlenimlerin dışına çıkabilir, "sen kimsin?" sorusuna muhatap kalmayı reddedebilir ve en tehlikelisi: "Ben kimim?" diye sormaya başlayabilir. İşte bu soru, toplumsal kontrol mekanizmalarının en çok korktuğu sorudur. Çünkü bu soruyu sorabilen bir insan, artık başkalarının tanımlarına sığmaz; kendi dünyasını kurmaya, kendi sınırlarını çizmeye, kendi hikayesini yazmaya başlar. Ve bana göre bir toplumun özgürleşmesi tam da bu sorudan geçer...

YORUMLAR

01 Ekim 2025, 22.28
Öncelikle, felsefenin önemini gayet derli toplu ve yerinde örneklerle anlatmışsınız, elinize sağlık. Yazdıklarınızla hemfikir olmakla beraber sadece küçük bir düzeltme yapmak isterim naçizane. Artık buna siz isterseniz algıda seçicilik diyebilirsiniz. Yunanca θεός yani tanrı kelimesi,  sizin çıkarım yaptığınız gibi tiyatro, teori vs gibi kelimelerin geldiği kök değildir. Bu kelime antik Yunanca'da koşmak anlamındaki θέω fiilinden gelir. Yani tiyatro, teori, teorem gibi kelimelerle aynı kökten gelmez. Diğer söyledikleriniz doğrudur. Böyle bir yanlış anlaşılması olması da doğaldır çünkü yazılışları çok benzer. Bu konudaki çıkarımınız ilk bakışta mantıklı görünse de hatalıdır, belirtmek istedim. Son olarak da eklemek isterim, toplumun özgürleşmesi bu en temel felsefi sorudan geçer bana göre de ama beni en çok korkutan da budur. Maalesef insanlar bu sorudan oldukça uzak mesafelerde başka dünyalarda yaşıyorlar artık. Tekno endüstriyel post modern toplumun bireyleri hem kendilerinden hem de doğadan uzaktalar artık. Kaleminize sağlık, saygılar. 
02 Ekim 2025, 17.06
Merhaba aposperitis. "Tanrı" ile "görmek" arasındaki Yunanca ilişkiyi Hıristiyan bir rahibin bir eserinde okuduğumu anımsıyorum ama net olarak kaynağı anımsayamadım. Çok da makul gelmişti. Zira Tanrı'nın "insani" bir sıfatla en çok hangi eylemle özdeşleşebileceği sorulsa, akla ilk gelecek olan "görme"dir. Her şeyi görmek, her şeye nüfuz etmek... Mesela İslam düşüncesinde Allah'ın "el-Basir" (her şeyi gören) ismi, yalnızca optik bir görme değil, şuhud (içsel idrak) anlamını taşır. Görmek burada sadece retinanın işi değil, varlığı bütün açıklığıyla kavrama kudretidir. Bir ilah için de bana göre "yaratma" sonrasındaki en önemli özellik.

Köklerini özellikle Antik Yunan'dan alan Batı metafiziği esasında "optik medeniyettir". Heidegger’in deyişiyle, "aletheia" (hakikat) kavramı "açığa çıkarma, görünür kılma"dır. Rilke'nin mektuplarında söylediği "görmeyi öğreniyorum" ifadesi, bu optik epistemolojinin bir yankısıdır: Hakikat, gözün sabrıyla, bakışın derinliğiyle ele geçirilir.

Oysa Doğu, özellikle İslam dünyası, daha çok bir "logos" yani "söz" medeniyetidir. Bizde bilginin kaynağı "kelam"dır, işitme duyusu merkezidir. Bu yüzden Orhan Veli "İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı" diyerek bir hakikate dokunur: Bizim için görmekten ziyade işitmek, sezmek, kelamla kavramaktır asıl olan.

Bu ayrım, yalnızca estetik bir farklılık değil; aynı zamanda epistemolojik bir yönelim farkıdır. Batı görerek bilir, Doğu işiterek inanır. Batı'nın kavramı "theoria" ise Doğu’nun karşılığı "hikmet"tir. İlki bakışın keskinliğinde, ikincisi sözün derinliğinde kök bulur.

Ben de bu yüzden Theos ile Theoria'nın aynı kökten geliyor olma ihtimalini güçlü bulmuş ve çıkarsama yapmıştım. Yalnız sen bunun hatalı bir bakış olduğunu söyleyince araştırmak istedim. Theos'un kökenine dair birçok farklı görüş buldum. Benim "biliyor" olduğumu düşündüğüm şekilde bilenler de hayli varmış. Fakat Yunanca üzerinde en kapsamlı veriler sunan sitelerden birine baktığımda senin de söylediğin gibi "görmek" ile zerre miskal ilgisi yokmuş. Yalnız orada senin belirttiğin "koşmak" anlamı için de "halk etimolojisi" deniyor ve bu düşüncenin gelişimi için Platon'a atıf yapılıyor. Platon'un etimolojik çıkarımları genelde spekülatiftir. Mesela "idea" ile "eidos" aynı kökten değildir ama Platon bu kelimeleri birbirlerine ikame eder. [Bu arada "eidos"un da "görmek"ten türemesi ne kadar kıymetli]

Sitede Theos'un kökeni için üç görüşten bahsedilmiş:
1- Karşılaştırmalı etimoloji çalışması ve Herodotos'un çıkarsaması: "Koymak/yerleştirmek" fiilinden türetmiş. Yani "şeyleri düzene koyanlar" anlamı verilmiş
2- Platon'un yorumu: Özellikle gök cisimlerini model alarak "koşmak" manası vermiş. Bu biraz İslam literatüründeki "tayy-i mekan" kavramı gibi. Bir anda bir mekandan başka bir mekana gidebilme, dinamik olma hali.
3- Sitenin kendi değerlendirmesi: Söylenilen bütün fikirler "şüpheli".

Sitenin adresi şöyle, istersen bir göz at: 

https://www.perseus.tufts.edu/hopper/text?doc=Perseus%3Atext%3A1999.04.0057%3Aentry%3Dqeo%2Fs

Beni hatalı bir analojiden döndürdüğün ve yaptığın yorumlar için çok teşekkür ederim...

03 Ekim 2025, 11.52
Merhaba BirAdamY,
Uzun zamandır açmadığım gamyuna “ neler oluyor hayatta” diye gelişen bir merak dürtüsüyle bakasım geldi. Önceliğim elbette blog portaldı. Bu yazının da denk gelmesi süper oldu. Elimde su anda foucault'un düşüncesini anlatan paul weyne nin yazdığı bir kitap var ki almaz olaydım;) Bu kadar mı ağır aksak anlatılır ondan sonra sizin yazınızı okuyunca su gibi aktı gitti. Foucault'nun da şu ana kadar anladığım temel düşüncesi her devrin kendi söylemleri ile sınırlı olduğu, söylemleriyle anlaşılabileceği ve bu sınırı aşabilecek yeni söylemlerin de çıkmasının bir kuantum sıçraması kadar zor olduğudur.

Her neyse asıl konu: “Ben kimim?” sorusu heralde, dediğiniz gibi herkes tarafından yanlış da değerlendirilen bir soru, kimlerdensin demiyor, neye inanıyorsun demiyor, ne işle meşgulsün demiyor. Bu sadece Türkiye'de değil tüm dünyada böyle, tüm toplumlar, topluluklar ve en küçük birim olarak da aile kendi benzerini yaratmayı istiyor, bir nevi kopyalarını, birey de ancak bir gruba dahil olarak veya ailesinden kabul görerek kendini önemli ve güvende hissediyor, nihayetinde etiketlerle var olabiliyor o bir doktor, mühendis, feminist, aktivist, nihilist,agnostik, protestan, müslüman,anne , baba vs vs. Bir gruba dahil olacaksın ve bu kendi içinde alt gruplara ayrılacak ve sürekli diğerleriyle çatışacaksın. En basit anneler grubu bile sen anne değilsin doğur anlarsın diyecek:) Dünyanın geldiği durum bu, herkes ait değil dahil olarak var oluyor ve varlığını onaylatıyor. Filozofların bile döneminde dikkate değer olmaları için belli bir soydan gelmeleri gerekiyor ve onların yolundan gidenlere ihtiyaçları var.

 Anneannemin öylesine söylediği bir lafı aklıma geldi şu an “kendimden memnun olmasaydım balkondan atardım” Herkes kendinden en memnun, herkes en doğruyu biliyor, en doğru tecrübeleri edinmiş, dolayısıyla aktaracak, yönetecek ve yönlendirecek kurbanlara ihtiyaçları var. Sokrates sadece kendini tanı, kendini bil demiyor, Tek bildiğim hiçbir şey bilmediğim de diyor. Öncelikli bilmek kavramını sorgulamak gerek. Kim neyi ne kadar doğru biliyor ya da mutlak bir doğru var mı?

Türkiye veya dünyada herhangi bir millet fark etmeksizin kişi önce kendi bireyselliği, özgürlüğü ve özgünlüğü için mücadele ediyor. Milletin, toplumun, ailenin yargılarını yıkmak çok zor çünkü yine foucault’a gelirsem her devrin kabul görmüş söylemleri dışında bir bireyseniz veya ailenizin söylemleri dışında, o çizilmiş sınırları öyle kolayca aşamazsınız. Bu yüzden de şimdiye kadar nerede uç noktada farklı bir karakter var, benim hep ilgimi çekmiştir. Çünkü biliyorum ki farklı olan, fark yaratır. Aslında tam da artık tamamen bireysel bir çaba ile yeni bir dünya düzeni kurulabileceğini düşünüyorum. Irk, cinsiyet, statü, politika, din tanımadan bireylerin önce birey olup sonra bir birlik oluşturması gerekiyor, karşı durulan sisteme karşı. Bu en basit olandan başlayıp yayılabilir. Ben değil, sen değil insanlığın çıkarı için artık biz diyebilmeliyiz. 

Açıldıkça açılacak bir konu ama ben şunu sormak istiyorum, bu bloğu okuyanlara ve blog sahibine de. Ben Kimim? Sorusuna cevabınız nedir?

Yine bir tesadüf ki “Ben kimim” başlıklı yazımda, aslında ne olduğumu değil de daha çok ne olmadığımı anlatmıştım. Oradan bir cümlemi paylaşmak isterim,,
“ Mavi gökyüzünün altında özgür dünyama doğmuş olanım” böylelikle ben de bu soruya cevabımı vermiş olayım.

Yazıyla ilgiliyse genel hatlarıyla baktığımda, hep söylenen söylemleri güzel birleştirip, konuyla ilgili güzel bağlantılar kurup, bir bütün halde güzel aktarmışsınız. Emeğinize sağlık.

03 Ekim 2025, 16.57
Merhaba Rune. Tam da Fatih Altaylı'nın duruşmasının olduğu gün Foucault bahsini açman iyi oldu. Öncelikle genel ama biraz keskin bir değerlendirme yapmaya çalışayım: Tarih boyunca "filozof" dediğimiz çoğu şahsiyet; sahanın içine girmeyen, mücadeleye etmeyen, kimi zaman tribünde bile olmayıp maçın sonucunu yorumlayanlardan mürekkeptir. Hegel'in dediği gibi: "Minerva'nın baykuşu ancak akşam karanlığı çökerken kanatlanır." Yani "felsefe" olay bittikten sonra gelip anlamlandırır. Bu son derece güvenli bir pozisyon. Risk almadan, mücadelenin bedelini ödemeden yorumlamak... Gramsci'nin "organik entel(l)ektüel" eleştirisi tam olarak bu duruma karşı söylenmiş sözdür, çoğu entel(l)ektüel pratiğe bulaşmadan teoride kalır. Peki şunu soralım: "Filozof, aynı zamanda aktivist olmalı mıdır?" Eğer: "Filozofun görevi analiz etmektir, çözmek değil" denirse tarih boyunca bütün düşünürler bu görevi yerine getirmişlerdir. Ama bu bir kaçamak ise, eğer sadece analiz edip hiçbir çözüm önerilmeyecekse o zaman "eleştiri" sadece entel(l)ektüel bir hobi haline gelir. Marx bu eleştiriyi yapar ve filozofların dünyayı yorumlamak yerine değiştirmesi gerektiğini söyler. Ben de düşünceleri için bedel ödeyen yani sahanın içine giren fikir insanlarını çok daha tutarlı ve samimi bulurum. Mesela Gramsci, Sartre veya hala hayatta olan Angela Davis.

Bir başka durum ise istisnalar dışında bütün düşünürlerin kendi fikirlerine aşık olmaları, asla "yanıldım" dememeleri. Şimdi durumu Fatih Altaylı ve Foucault'ya bağlayayım: Fatih Altaylı elbette bir filozof değil. Fakat bu ülkede ne yazık ki anlamadığım bir şekilde "gazeteciler" bir filozof edasıyla olayları yorumlayıp kanaat önderi pozisyonunda konuşlanıyorlar. Geçmişte birçok saçmasapan yorumları, sözleri oldu ama en can alıcılarından biri şu linkteki yazıydı:

https://www.haberturk.com/yazarlar/fatih-altayli-1001smile Resmi9296-baskanlik-sistemi-bugunden-iyidir

"Başkanlık sistemi" tarışmalarının olduğu dönemlerde akl-ı selim sahibi birçok insanın eleştirilerine kulak tıkayıp başkanlık sisteminin bugünden iyi olacağını inatla savundu. Sonrasında o sisteme geçtik ve her gün, bir önceki günden daha kötü hale geldi. Bir gün olsun kendi özeleştirisini yapmadı, o sistemin getireceği zararları öngöremediği için özür dilemedi ve o savunduğu sistem tecavüzcüleri, katilleri "adli kontrol şartıyla serbest" bıraktığı halde kendisinin tutukluluğuna devam ettirdi. Bu duruma sevinecek değilim elbette, dünyadaki en anlamsız suç, eyleme dönüşmeyen düşünce suçudur. Bu kendiyle halkın önüne hesaplaşmama durumu en çok siyasilerde ve düşünürlerde kendilerini gösteriyor. İşte tarihi farklı bir çerçeveden yorumlamaya çalışan Foucault da zamanında aynı tavrı İran devrimi için yaptı. 1978-79'da Humeyni devrimini "politik maneviyat" olarak romantize etti, İslamcı hareketi Batı rasyonalitesine karşı bir "isyan" olarak övdü. Sonuç? Teokratik bir diktatörlük kuruldu, muhalifler asıldı, kadınlar peçeye zorlandı. Birçok feminist o dönem tepki gösterdi, uyarıda bulundu, sorular soruldu: "Kadınlara ne olacak?" diye. Foucault hiçbirine kulak vermedi. Sonra sessizce geri çekildi, özür dahi dilemedi. "Güvenli" Paris'ten, Tahran'daki devrimi estetize etmek. Fatih Altaylı'dan farklı olarak orada bedeli kendisi değil İranlı kadınlar ödedi...

Tarih bu tarz büyük büyük konuşup sonrasında misafirlikte bir köşede altına sıçıp ses çıkarmayan çocuk edasına bürünen insanlarla dolu. Mesela Heidegger. Nazi partisine üye oldu. Öyle ki kendisinin düşünsel anlamda gelişimine büyük katkı sağlayan hocası Edmund Husserl'dir ve Husserl bir Yahudidir. Heidegger'in "Varlık ve Zaman" isimli bir kitabı vardır, ilk basımlarında Husserl'e methiyeler düzerken Nazi Partisine katılınca kitaptan o kısımları çıkarır hatta aralarında hiçbir husumet olmamasına rağmen Husserl'in cenazesine bile gitmez. Sonrasında Naziler tarafından tıpkı birileri gibi "kandırıldım" der ama asla özür falan dilemez. Aristo, Hobbes, Nietzsche, Comte v.s gitmeden yaşadığımız zaman diliminden örnek vereyim: Francis Fukuyama "artık ideolojik mücadele bitti, liberalizm kazandı" tandanslı bir yorumla "Tarihin sonu" tezini ortaya attı. Aradan geçen süreçte otokratik Çin'de kapitalizm yükseliyor, Rusya, Türkiye otokratik, Macaristan ve Polonya benzer eğilimde, Amerika'da Trump kazandı, Brexit oldu, aşırı sağ yükseliş trendinde [her ne kadar ana neden göçmenler olsa da], beyefendi bu defa "Tarihin sonu bitmedi ama yavaşladı" dedi. "Tarih" her defasında kendisini ıslak meşe odunuyla dövüyor ama bir türlü yanıldığını itiraf edemiyor.

Tüm bunları anlatarak şuraya varmak istiyorum: felsefeyi, filozofları, onların düşüncelerini anlamak, anlamaya çalışmak kıymetli ama bu insanların söylediği her söz, yaptıkları her çıkarım kaydadeğer değil. Okuduğun kadarıyla Foucoult şunları soruyor mu mesela: "Ne(yi) istiyoruz", "Nasıl ulaşacağız", "Kim değiştirecek"... Normatif yön yok, strateji yok, özne yok. Ne kadar nakıs, sakat kalmış bir bakış değil mi?

Her neyse şimdilik ilk kısmı burada bitireyim, sonrasında diğer yazdıklarına ve "ben kimim" sorusuna cevap vermeye çalışırım. Yorumun için teşekkür ederim...
03 Ekim 2025, 20.32
BirAdamY şunu kendi adıma diyebilirim ki bir filozofu ki Foucault kendine filozof dememiş hiçbir zaman bütün olarak değerlendirmedim, değerlendirmem de. Parti veya takım tutar gibi bakmıyorum konuya. Elbette tarihi süreçteki tutumlarını değerlendirerek burada çok kaypak davrandı, çok yanlıştı ve kitleleri yanlış yönlendirdi tarzında bir sürü kişiyi eleştirebilirsin ve bir düşünürden beklediğimiz erdemi bir çoğu da karşılamıyor olabilir..Özetle İdol aramıyorum sadece farklı fikirleri ve düşünceleri ile ilgileniyorum. Sanki Fatih altaylı Heidegger’e daha benziyor, bu okuduğum kitapta da Heidegger için aynen dediğin gibi hiçbir özür dilemiyor, yanlıştım demiyor üzerine sünger çekerek hiçbir şey olmamış gibi devam ettiğinden bahsediyor. Bu arada Fatih Altaylı için de iktidarın adamı demekten öteye gitmeyeceğim, yapılan düşünce özgürlüğü için çok üzücü ama konu Fatih Altaylı ise zerre kendisine saygım yok.

Şimdi bir filozofun aktivist olmasını beklemeli miyiz? Gönül ister ki evet olsunlar ama bir filozof nasıl politikaya atılmadan bir aktivist olabilir, zamanında Seneca Nero’nun öğretmeniydi ve yönetimde büyük rolü olsa da hiçbir zaman etkin olamadı, ne oldu çıkan söylentilerden hapsi boyladı ve zehir verilerek Neron tarafından öldürüldü.Fikirlerini halka yaymak, okullar açmak, ders vermek ayrı yönetime soyunmak ayrı. Zaten bir çoğu da fikirleri yüzünden ya sürgün hayatı yaşadı ya da öldürüldü, devirlerinde bir şey değiştirebildiler mi? hayır. Marcus imparator olmasına rağmen birçok fikrini uygulamaya sokamadı, düşüncede kaldı. Bu güzel beste yapıp ama sesi güzel olmayıp şarkı söyleyememek gibi bir şey. Ama şu var ki birçok iyi fikir de uygulamaya aktivistler, politikacılar, liderler tarafından geçirilebilir. 

Daha önce Foucault'nun kendini bilmek adlı kitabını okumuştum ve çok beğenmiştim onun üzerine daha detaylı düşüncelerini öğrenmek adına bu kitabı aldım, diğer kitabı seminerinden bir derlemeydi. Şu ana kadar çözüm pek diyemem ama kuşkuculuğundan sebep her şeyi sorgulayıcı tutumu örnek alınabilir. Elbette bu aslında herkes için söylenebilir “uygulamaya sokulmayan her fikir sadece lafta kalır”. Bu konuya da katılmadan edemiyorum fakat aktivist değil diye de tamamen hiç bir düşünürü de yok sayamam.Sorumun cevabını evet merakla bekliyorum, Teşekkürler

10 Ekim 2025, 02.25
Selam.......

Uzun uzun felsefi tartışmalara giremeyeceğim şimdi kusura bakmayın. :)))   Ufacık bi yorum kendimce .
Ben kimim kısmı; kişinin kendinin farkına varmasının yanında çoğu zaman da kanayan, acıyan yanıdır. Yarasıdır saklanan.  Sen kimsin kısmı ise acıtmak, kanatmak, yaralamak isteyen yanıdır.     Çok da büyütmemek lazım böyle şeyleri. :))))))))))))))))

Takmayın o kadar... 
Aristo'ya kadar da gitmeyin yani... Bebekliğe inmenin de bi sınırı olmalı...  :))))))) 

Ben kim miyim? Yapmayınnnnnnnnnn....   




16 Ekim 2025, 14.10
BirAdamY siz soruma cevap vermediniz ama
elimde sürünen bu kitabın sonuna geldiğim için birkaç ilave daha yapmak istedim. Elbette blogun gündemi Foucault değildi biraz da konuyu kendi gündemime çekmiş olduğum için özür dilerim. Humeyni'ye desteği konusunda çok ilginç ki; yüksek güvenlik hapishanelerinin insanlıkdışılığı, ölüm cezalarının yasaklanması, kürtaj hakkı için mücadele eden ve eşitlikçi bir düşünürün Humeyni gibi kadın doğum kontrolünü yasaklayan bir zihniyeti desteklemiş olması çok şaşırtıcı, kaldı ki gerçek aşkı bir erkekte bulan bir eşcinselin güya halkın özgürleşmesi adına bu devrime hayran olması ama devrimin aslında özgürlükleri yok etmek olduğunu görmek istememesi belki de içindeki güç istencine olan zaaftır ve cinsel eğiliminden kaynaklı da bir hayranlık olabilir diye düşünmeden edemiyorum. Belki de Aziz Augustinus’un dediği gibi “Hakikati o kadar çok seviyoruz ki ondan başka bir şeyi sevdiğimizde de sevdiğimiz şeyin hakikat olmasını istiyoruz”. Her ne kadar kuşkuculuk tarafsız gözlerle bakmak ve sorgulamaya meydan açmak anlamında iyi birşey gibi görünse de Foucaulttaki uç noktaları ikilemlere sürükleyip sırf karşı durmanın cazipliği adına yanlış saflarda yer almasına neden olmuştur, Şaha başkaldırmak olan devrimin adı cazip gelmiştir aynı gençliğinde Marksist gruplara dahil olması gibi, zaten ben de sırf bu yüzden hep şunu savunmuşumdur: Felsefik, ideolojik, aktivist ya da politik herhangi bir gruba dahil olmak günün sonunda o grubun tüm söylemlerini desteklemek anlamında kendinle çelişmeyi doğurabilir. Kimse tam bir düşünce topluluğuna cuk oturmaz. Aynı zamanda bu gruplara ufak ufak yem atılıp asıl gündemle değil ayrıntılarla meşgul edilip aynı zamanda toplumu da meşgul edip bir taşla iki kuş çok güzel algı yönetimi yapıyor olabilirler. O yüzden de bireysel başkaldırılar, isyanlar, karşı çıkışlar sadece tekil cümlelerle sınırlı kalmalı. Aynı misal üzerinden ”kadının veya erkeğin kendi vücudu üzerinde her türlü hükmü olmalı” diyebiliriz ve sadece bu cümle için savaşmalıyız. Bu ister kürtaj olur, ister eşcinsel tercih olur, ister ötenazi, ister baş örtmek veya örtmemek, isterse covid aşısı yaptırmamak olur! Vücudumuzda kimsenin hükmü olamaz sonrasında düşüncelerimiz geliyor işte asıl mücadelemiz bu olmalı…Bunun da uygulanabilmesi için kişi önce tüm toplumsal yargı ve normlardan kendini soyutlamayı başararak kimim ben sorusuna cevap bulabilmeli…

24 Ekim 2025, 14.41
Rune, gecikmiş cevabı biraz dolaylı yoldan vereyim. İnsan ancak üç neden ile harekete geçer: "haz", "fayda" ve "iyi". Bunları önceden defalarca anlattığım için kısa tutup sadece "haz" üzerinden gideceğim. "Haz"zın iki türü vardır: "aktif haz" ve "pasif haz". Aktif haz: bir şey yapmaktan duyulan haz. Pasif haz: bir şey yapmamaktan duyulan haz. Bir anlamda ehl-i keyif ya da sefa pezevengi denilen türden. "Ben kimim" sorusu bana göre çoğunlukla "haz" ile ilgilidir. Yapmaktan ya da yap(a)mamaktan duyulan eylemler genellikle senin kim olduğunu gösterir. Çok eski zamanlarda yazdığım bir yazıyı ekleyeyim, benim açımdan sorunun cevabını vermiş olayım: 


Sormuştu bir arkadaşım: Cennete girecek olsan, her arzunun gerçek olacağını da biliyorsun, ne isterdin?
Üç dilek masalı gibi bir durum bu, sıkıntı verici bir çatışma hali. Çünkü tutkuları bir sıraya koyup dile getirmek de aslında bir tür sınırlamaktır. Bu noktada birinden evvel ötekini söylemek zorunda insan ama aslında diğerini de en az onun kadar arzuluyor... Üstelik adı üstünde; cennet burası, dile benden ne dilersen versiyonu hayatın... Bütün leziz çikolatalara, taze kestane şekerlerine ve elmalı kurabiyelere sulanıp bir de karnı ağrımasın ister insan. Tüm kızıl, sarışın, kumral ve esmer hatunları yatağa atıp arada bir de çekik göz fantezim olsun ama hiç "yeter" demeyeyim der. En zarif dekorlu villalar ve en güzel manzaralı ferah köşkler bekler. havanın, suyun ve tüm doğal yaşamın el değmemiş ilahi güzelliklerini umar... Kısaca bütün bunlar Yunus Emre'nin "Cennet cennet dedikleri/ üç beş köşkle üç beş huri" mısrasına hapsedilebilecek "genel" cennet hayalleri... Özelleştirilebiliriz de, adamın biri çıkıp da: "ben La Sagrada Familia'yı yazlık saray olarak kullanmak istiyorum, sarayım da bir lagoon ortasından yükselsin. Aşçım Zeki Müren olsun ve yemek yaparken bolca teganni buyursun. Bahçıvan olarak Goya'yı seçtim, istediğim zaman beni sırtına alıp oradan oraya uçuracak Pegasus'umun seyisliğine de Homeros'u getirdim... Pazartesileri Slayer, perşembeleri Black Sabbath bahçemde bana özel konserler versin. Pazar sabahları Herbert Von Karajan yönetiminde Berlin Flarmoni Orkestrası misafir olsun bana... Her gün öğlen yemeğinden sonra bir Vivid kızı ile satranç oynayayım, geceleri de denizim sakince dalgalansın ben kitap yazarken... Gelelim kışlık sarayıma..." şeklinde uzun ve sıkıcı bir istekler listesi haline dönüştürebilir dileklerini...


Arkadaşıma: "Her şeyi bilmek isterdim" demiştim... Bilmediğim bir şey kalmaması, yazılan tüm satırları okumak, çıkarılan tüm sesleri duymak, hissedilen tüm duyguları içimde yaşamak, tadılan tüm hazları denemek, bilinen ve bilinmeyen tüm kokuları tanımak, duyu eşiklerimin ortadan kalkması, hafıza ve muhakeme problemleri yaşamadan ne var ne yok bilmek ve muhafaza etmek... İnsan, tanrı, sanat, doğa, bilim ve bilinmeyenler...


Hepsi..
.......................................................................

İnsan bir şeyi ya "ayn"ından [kendisinden] dolayı ya da "gayrı"ndan [başka bir nedenden] dolayı ister. Mesela insan "para"yı neden ister? Kendisinden yani kağıt parçasına sahip olmaktan dolayı mı yoksa o paranın başka şeylere sahip olmak için aracı olmasından dolayı mı? Başka bir örnek "kitap". "Bibliyoman"ları bir tarafa koyarsak bir insan neden kitap alır?


Bu soruyu şimdi kendine sor: Yaşadığın hayatta sadece "kendisi"nden dolayı istediğin ne var? İnsanın bu soruya dürüstçe vereceği cevap, kim olduğunu da büyük oranda anlatmış olacaktır..


Ve Babette gelir, İbrahim'in putları devirdiği gibi bütün Felsefeyi alaşağı eder :) 


Asaf Halet Çelebi'nin muhteşem bir şiiri geldi aklıma:


İbrahim
İçimdeki putları devir
Elindeki baltayla
Kırılan putların yerine
Yenilerini koyan kim?
Güneş, buzdan evimi yıktı
Koca buzlar düştü
Putların boyunları kırıldı
İbrahim
Güneşi evime sokan kim?
Asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
Buhtunnasır put yaptı
Ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
Güzeller bende kaldı
İbrahim
Gönlümü put sanıp kıran kim?

"Gönlümü put sanıp kıran kim"... İşte buna "mısra-i berceste" deniyor. En azından ben öyle diyorum :)
26 Ekim 2025, 14.04
BirAdamY gecikmeli de olsa bir cevap vermenize sevindim zira monologları kimse tercih etmez. Üç nedenle harekete geçer kısmıyla ilgili yazınızı okumadığımdan detayları bilemiyorum ama eminim sadece bir üçleme ( fayda-haz-iyi ) ile sınırlı kalmamıştır ya da elbette bunların tersi de dahildir ama temel dürtüsü bir çoğumuzun hemfikir olduğu, hayatta kalmak ve soyunun devamını sağlamak için üremektir.. Bunun medeniyetteki karşılığı bence topluluğa ayak uydurmak, kendini kabul ettirmek, para kazanmak, beğenilmek, arzulanmak diyebiliriz.

Konuyu haz kısmından ele aldığın için açmak isterim ki hep epikuros felsefesi yanlış anlaşılmıştır. Sanılır ki saydığın fantazilerle dolu bir hayatı öğütlüyor, değmesinler keyfime, orada bahsettiği şey Aristo'nun da en yüksek mutluluk ve iyilik diye bahsettiği Eudaimonia’dır. Burada epikür şunu fark etmiştir insan acı odaklı yaşayıp hazları baskıladığında (stoacıların yaptığı şey de budur, inziva bile bedene, zihne acı verir) bunu sadece görmezden gelecek kadar iradelerini kuvvetlendirebilmeleri malesef o duyguyu yok etmemiştir daha da güçlü bir şekilde çıkması için beslemiştir. Aslında yapılan buzdağının görünen kısmını daha da sulara gömmekten başka birşey değildir ancak gelişim için olması gereken bilinçaltını bilinçli farkındalıkla suyun yüzeyine çıkarmaktır. Hazları reddererek değil doyurarak bir üst farkındalığa çıkabiliriz çünkü birçok esmerln, sarışının ve çekik gözlünün tadına bakmışız, en güzel bahçeleri görmüşüz, en güzel melodileri dinlemişizdir, özetle bardak dolmadan taşmaz gibi…Deneyim olmadan bilgi özümsenemez gibi.

Burada yine Augustinusa dönmek istiyorum ki itiraflarında hayatını tüm açıklığıyla bize sunmuş. Baba pagan, anne koyu katolik olan Augustinus önce pagan tarafı ağır basarak dini öğretileri ve kısıtlamaları reddederek zevkine ve isteklerine uygun bir hayat yaşıyor, her istediği kadınla birlikte oluyor, sözü saylır bir konuma geliyor, etin ve şarabın tadına varıyor ama tüm bu istekler doyduğunda açlığı bitmiyor, yeni bir istek açılıyor “ Tanrıyı tanımak ” elbette anne tarafından en yakından bildiği Hristiyanlığı araştırmaya, anlamaya çalışarak günün sonunda da benimseyerek en radikal savunucusuna dönüşüyor.


Demem o ki insanı isteklerle tanımlarsak yanılırız o gün onu istiyor, başka bir gün başka bir şeyi istiyor olabilir sadece doyuma ulaşana kadar, doyduğunda yine bir eksiklik, eksik bir şey mi var hayatımda diyerek yine başka belki de en zıt, en akıl almaz istek doyurulana kadar devam… Sonsuz bir çark ki bana işkence çarkı ixionu hatırlatır. 

İşin paradoxu şu ki insanın bir şeyi ayn-ından ( kendinden) isteyip istemediğini bilebilmesi için de yine kendini tanıması şart. ( Başkası için mi istiyor, toplumun alışılagelmiş öğretilerine mi cevap veriyor, onay mı bekliyor, sevgi mi talep ediyor, güç için mi vs vs altında yatan gerçek ne?) İşin güzel yanı da bence kendi için tüm istekleri bittiğinde başlıyor. ( En azından, en aza indirgendiğinde diyelim çünkü tamamen bitmesi biraz ütopya olur)

Kendini her şeyi bilmek isteyen biri olarak ifade etmissin ( öğrenmek, tatmak, hissetmek, duymak gibi konular açılmış) Peki merak ediyorum bu bilgiyle ne yapacaksın? Bilgi büyük bir gücü barındırır, elbette ben de kitap satın alarak bilmek istiyorum, kim neler deneyimlemiş, ne fikirler ortaya atmış, farkı bir şekilde hayata neresinden bakmış ama en önemli tetikleyicim yine başa dönüyorum kendimi tanımak. Kendimden bir kitapta ne kadar çok şey bulursam o kadar beğeniyorum, neyi neden yaptığımı yani bilinçaltımı ne kadar gün yüzüne çıkarırsa o kadar hayran kalıyorum, çoğu zaman da sorularıma ve sorgularıma bir cevap geliyor, bazen de bir onay, en çok da en ihtiyacım olduğu zamanda bir arkadaş gibi yanıbaşımda en doğru tavsiyeyi veriyor. İşin eşzamanlılığına da bayılıyorum çünkü her kitabın, şahsına münhasır olarak değişen bir okunma zamanı var. 

Son bir ilave, tüm güzel bahçeleri görmek misali üzerinden; Birçok bahçe gördüm hem Türkiye hem yurtdışında ( fransa’da versay, italya'da Villa Borghese ve şato-bahçeleriyle ünlü kasabasını bile gezdim ) daha görmediğim nicesi de vardır ama hiçbiri doğanın eliyle yapılmış bahçelerindeki doyumu vermedi bana. Kayaya tırmanmış taştan insan formunda oyulmuş sarmaşıklarla çevrili sanatın konuştuğu bir şelaleden etkilensem de o da dahil hiçbiri uzun ve yorucu bir dağ yürüyüşü sonrası ormanın kuytusundaki kayalıklardan gürül gürül sıçrayarak akıp giderken, düştüğü yerde minik bir göl oluşturan şelalenin karşısında odun ateşinde içtiğim çay kadar zevkli ve uzun uzun seyredilmiş değildi. Konuya kimine göre romantik bakıyor olabilirim ama belirtmek istiyorum ki bize güzellik diye sunulan tüm yapay olgular doğanın veya doğal olanın kötü bir taklididir günün sonunda. İsteklerimize de dönüp bakalım gerçekten kendimizden dolayı mı istiyoruz? Bunu anlamanın en iyi yolu da hafiflemiş hissetmektir, ağırlaşmış değil.

Yorum yapabilmek için ÜYE GİRİŞİ yapmalısın