Saklambaç Oyunu
25 Temmuz 2011, 09.08 A- A+Daha önce 11 Şubat 2010 tarihinde ve ardından yoğun istek üzerine 24 Haziran 2011’de yeniden gösterime giren, bana kalırsa gerçekten etkileyici ve derinden sarsan filmlerden biri olan ‘’ İncir Reçeli’’ filmden bir diyalogla konuya başlangıç yapmak istiyorum.
‘’Çocukken oturduğumuz mahallede arkadaşlarımızla saklambaç oynardık. Saklandığım yerde bulamayacaklar beni diye ödüm kopardı. Heyecanla beklerken çisim gelirdi. Her defasında bunu bahane ederek, çıkardım saklandığım yerden. Sobelemezlerdi beni. Hastalığımı öğrendikten sonra da hep saklandım. Saklandığım yerden hiç çıkmadım. Birçok şeye ihtiyaç duydum ama sıktım dişimi. Çünkü insanlar acımasız, tahammülsüz. Hemen sobelerlerdi beni… Sonra sen geldin. Saklandığım yatağın altına başını uzattın.’’
-Saklanacak yer arıyordum…
‘’ Burası çok dar. Burası karanlık. Burası çekilir dert değil. Git!...’’
-Buldum seni. Gördüm. Dokundum. Sana dokunmak hayatın içinde durup dinlenmek gibi…
‘’ Sana dokunmak nefes almak gibi… ‘’
-Sana dokunmak tüm kelimeleri yakmak gibi…
‘’ Sana dokunmak insanları affetmek gibi.’’
-Sana dokunmak hayatı temize çekmek gibi…
‘’ Sana dokunmak ölüme inat gibi!’’
İzleyenler biliyorlardır. Ancak bilmeyenler için de, AIDS virüsü taşıyan bir kızla ona aşık olan bir erkeğin yaşadıklarına dair konunun işlendiği hoş bir filmdi. Dün gece filmi tekrar izleyince konuyu bazı detaylarla birleştirdim.
Maalesef hayatta, insanlar da acımasız. Belki de hayatın acımasızlığına inat insanlarda acımasızlaşıyorlardır. Ya da tam tersi… Filmde işlenen konu hastalıktı. Bense konuyu eksiklerimiz, kusurlarımız, eksi yönlerimiz veya acizliklerimiz olarak ele almak istiyorum.
Aslında her birimiz bu eksikliklerimiz karşısında bir nevi saklambaç oyununu oynamıyor muyuz? Dışa vurmayalım ki insanlar bilmesin. Dışa vurmayalım ki en ufak bir güç kaybında karşımızdakiler bunu aleyhimize çevirmesin. Dışa vurmayalım ki güçsüz gözükmeyelim.
Savunma mekanizmalarımız daima iş başında. Böyle de olmak zorunda. Bazen tıpkı filmde olduğu gibi biri saklandığımız yatağın altına uzatıverir başını. Beni gördü deriz. Sobelendim. Ya sonra… O da gün gelir en ufak bir sarsıntıda sobelediğini hatırlatır. Hatta tabiri caizse kafanıza kakar. Hatta hırsını alamaz acımasızca yargılar bile… O anda senin ne halde olduğunu dahi göz önünde bulundurmaz. Çünkü tek taraflı yargıları senin düşüncelerinin de önündedir. Yine saklanırsın. Kaçma kovalamaca oynar gibide düşünebiliriz bunu. Yakalandıkça daha bir hızlı kaçmayı öğrenir insan. Ama elinde sonunda yakalanır. Çünkü insan öncelikle kendisinden kaçar. Kendisini inandırmaya ve kandırmaya çalışır. Güçlü olmasa da güçlüyüm der. İnanmasa bile, hayır inanıyorum der. Ama ne kadar kaçsa da hep kendisiyle baş başadır. İşte bu nedenledir ki eleştirilmeyi de sevmez insan. Çünkü eksikler eleştirilir. Aslında kendisin de bildiği ancak karşısından duymak istemediği gerçekler…
Her şeyi kolaylıkla saklamaya gideriz ama , bu eksikliklerimizle koyun koyuna yaşamayı bir türlü öğrenemeyiz. Sindiremeyiz içimize. Mesela ‘’ evet düşüncesiz biriyim’’ ya da ‘’ öfkeme çok çabuk yenik düşerim’’ gibi gerçekleri çok nadir söyleriz. O da ancak kendi kendimize yaptığımız eleştirimizdir. Kendimiz dışındakilere de kolaylıkla kurulamaz bu cümleler. Hadi biraz daha yerelim kendimizi. Üstüne üstüne gidelim eksiklerimizin. Kabul etsek ne çıkar. Kim biliyorsa bilsin evet böyleyim desek. Yahut hayata koca bir s….r çeksek ne çıkar. Daha fazla ne kadar ne kaybederiz. Olumsuzlukları pozitife çevirebilmek. Çok zor değil mi? Tek başına da olmaz ki. Etrafındakilerin de buna yardımcı olmaları gerekir.
Bir baba ile oğul akşam yemeği sonrasında muhabbete başlamışlar. Çocuğun henüz yaşı küçük olduğundan dolayı aklı fikri oyundaymış. Babasına ‘’bu gece benimle oyun oynar mısın lütfen demiş.’’ Babası ise günün yorgunluğuyla sadece ayaklarını uzatıp dinlenmeyi düşünüyormuş. O esnada aklına hemen bir fikir gelmiş. Masanın üzerinde duran dünya haritasını almış ve yırtmaya başlamış. Ve oğluna demiş ki ‘’ oğlum eğer dünyayı eski haline dönüştürebilirsen seninle söz oyun oynayacağım.’’ Küçük çocuk heyecanla tamam deyip, paramparça olan dünya haritasını alıp odasına gitmiş. Babası ise nasıl olsa saatlerce parçaları birleştirmeye çalışır ve bir süre sonrada uyur kalır diyerek, bir güzel koltuğuna gömülmüş. Küçük çocuk aradan geçen 10-15 dakikanın ardından eski haline çevirdiği haritayla dönmüş. Babası bir hayli şaşırmış. ‘’ oğlum nasıl becerdin bu haritayı eski haline getirmeyi? Bunu ben bile başaramazdım’’. Demiş. Çocuk ise: ‘’ babacığım hiç zor olmadı haritanın arkasında bir insan resmi vardı parçaları ona bakarak yapıştırdım’’
Hayatı yaşanır kılanda insan, yaşanmaz kılanda… Düzeltecek olanda…
YORUMLAR
Ben insanları arabanın camına vuran yağmur damlalarına benzetiyorum. Bazen, bir damla aşağı doğru kayarken, başka bir damlaya karışıp, güçlenerek daha hızlı ilerler. Ben de sana karıştım aşkım. İnsanlar acımasız, savurgan. Hiçbir şeyin sonu gelmeyecekmiş gibi davranıyorlar. Bir gün, şoförün camı açabileceğini hiç düşünmüyorlar.
İncir reçeli...
Belki yazınızın kapsamı dışına çıkacağım, ama yazmak istedim. Hastalıklar, dışlanmalar yüze vurmalar üzerine daha dün yaşadığım bir olayı paylaşmak istedim.
Bir X kişisi anlatacağım ben de. 23 yaşında, hepatit B virüsü taşıyıcısı olarak doğduğu bu hayatta, yaşadığı onlarca problemin en ağırı, yapmakta olduğu vatani görevinden erkenden terhis edilmesiymiş, bir erkek olarak özgüveni sarsılmış; Türkiye'nin sayılı devlet üniversitelerinden birinden, iyi bir bölümden mezun olduğu halde "ben iş bulabilir miyim, bir işe yarar mıyım, kız arkadaşımla evlenebilir miyim" kaygısıyla dolmuş bir halde tanıştık kendisi ile. Kendisini daha da geliştirmek için çalışmakta olduğum kursa kayıt yaptırmak istedi, hastalığından dolayı benzer kursların kendisini kayıt etmediğini üzülerek paylaştı.
Girdiği her ortamda, bu hastalığa sahip olduğunu paylaştığı herkesin, surat ifadesini, hemen 1 adım geri durduklarını anlatıyor. Ve artık kimseyle paylaşmamaya karar vermiş, yani sizin deyiminizle saklanbaç oyunu başlatmış hayatında. Tokalaşma ile, aynı havayı solumayla bulaşacak bir hastalıkmış gibi, diğer insanların kendinden kaçmasına üzülüyor, belli. Ama bu onun hatası değil. Bu "Bilgi değil, fikir sahibi" olmamızdan, cahilliğimizden dolayı bizim hatamız. İnsanoğlunun cahilliği, duyarsızlığı ve bencilliği birleşince saklanbaç oyunları bitmez gibime geliyor.
Hani "bulaşıcı" hastalık, kendimizi korumak zorundayız ama Türk insanı son bir kaç yıla kadar fiziksel engelli insanlarımızın da hayata katılmasını sağlamadı, bakışları ile sözleri ile daha da dışladı hatta.
Bu durumda, sadece hastalıkların değil, insanların bakış açılarının da tedavi edilmesi gerekecek.
Yazı için teşekkürler, ellerinize sağlık...
Filmi izlemedim,ama giriş yapacağınız konuyla birlikte öyle güzel özetlemişsiniz ki ,filmi de anladım. Yaşam konusunda yazdıklarınıza katılmakla birlikte, kararsızım da. Yapmamız gerekenleri ,ÖZNE kendim olarak, öylemi yapsaydım dedim, olmadı ,böylemi yapsaydım dedim olmadı, olmadı..Aklım iyice karıştı.
Bazı insanlar bildiği kusurlarını bazan söyleyebiliyorlar,ama bilmediklerini,farkında olmadıklarını nasıl söylesinler.? Zaten kusur olduğunu bilse ,yapar mı? Bilmediği ,farkında olmadığı kusur ve hataları yaptıkça, bir başkası ona bunları kafasına vururcasına öğretiveriyor ya .Belki o yüzdendir hep, yaşanan pişmanlıklar, acılar, üzüntüler, gözyaşları..
Yaşadığım süre içinde ,çok şey, hatta herşey biliyorken , dürüstlük ,doğruluk, temiz ahlak ,merhamet övünç sebebimken, geldiğim noktada ,bunların bile hiç bir işe yaramadığını gördüğüm oldu..
Dürüstlüğün patavatsızlığa , dobralığın kalp kırmaya, ben doğruyum inadının gurura dönüşebildiğini yaşadım,öğrendim .Şimdide yanlızlığı öğrenmeye çalışıyorum..
Bize sunulan hayatı , öyle enine boyuna hiç düşünmeden,hasbelkader yaşamak belki daha iyi miydi acaba?
Kararsızlardayım...
Çok güzel bir yazıydı,elinize,yüreğinize sağlık..
Hayatım boyunca üç kere izlediğim tek film olma özelliği taşıyan 'İncir Reçeli' diyalogları, monologları ve müzikleri ile zihnimde özel bir yere oturdu. İnsanı pek çok konuda derinden sarsan ve düşünmeye zorlayan konusuyla, ince detaylarıyla, çekimi ve oyunculukları ile izlemeyenlerin çok şey kaçırdığı bir filmdi. . .
Ve evet, yaşadığımız olumsuzluklarda suçu önce kendimiz yerine karşımızdakinde aramak çoğu kez daha kolay ve rahatlatıcı oluyor. Ve yine çoğu kez etkiye tepki prensibini unutup, yaptıklarımızı değil yapılanları düşünerek yargıya varıyoruz.
Belki bu gün bu güzel yazıyı okuduktan sonra sil baştan yaparız, belli mi olur:)
Teşekkürler. . .
Kaç kez sobeledim ya da kaç kez sobelendim bilmiyorum.saklanacak yerim varmıydı hep ya da saklananları göremeyecek yüreğim onu da pek bilmiyorum.Zaaflarımızı,kusurlarımızı gizliyoruz ,yenik düşmemek adına,direncimiz kırılmasın diye ama bunu yaparken yenik düşürdüklerimizi ve direncini kırdıklarımızı unutuyoruz.Çoğu zaman sadece kendi eksenimizde döndürüyoruz ''kavanoz dipli'' adını verdiğimiz ''SAKLAMBAÇ'' sahasını.Ve ne gariptir ki bakıldığınında sanki çok büyükmüş,uçsuz bucaksızmış gibi görünen bu saklambaç sahası aslında küçücük,saklandığımız yerden illa ki görünüyor bir taraflarımız...
Sevdiğim bir arkadaşımın önerisiyle izlediğim bu filmden kareler geldi aklıma,adamın hayattan kopuşu,kendini eve kapatması,saç sakal karışmış,evin heryerini notlarla donatma hali,haykırarak şarkı söylemesi,gerçekten insanın içine dokunan bir filmdi,yazıda bir o kadar dokundu,45 derece sıcağı 100 yaptı sanki,bende bir not bırakmak istiyorum serinlemek adına,''KARADUT'LU DONDURMASI OLAN VARMI?''.....
Köşe buçak saklandığım.Bir daha beni bulamasın diye bütün kapıları kapattığım en ücra köşelere saklandığım...
Sobelenmekten en çok korktuğum.(AŞK)
Yazınız güzel olmuş.Bizlerin yüreğine seslenilmiş.Elinize sağlık tskler...