Dedem
18 Aralık 2011, 17.31 A- A+“Yazmak, yaşadıklarını ölümsüz kılma, yaşayamadıklarından ise intikam alma sanatıdır.” Daha oniki yaşlarındayken ben bunun gibi cümlecikleri hafıza denilen bazılarına göre az yapraklı bazılarına göre kalın not defterine kaydediyor, dedemin kurduğu bu cümleleri şimdiki gibi anlamlandıramıyordum. Sartre’dan bahsederken kurmuştu sanırım bu cümleyi. Öyle ya Sartre! Evet anımsıyorum. Coşkuyla, yutkunarak bahsetmişti ondan ve onun hayatta olmadığını söyledi üzülerek. Tam “Çok iyi arkadaş mıydınız?” diye soracakken vazgeçtim neden vazgeçtiğimi bilmeyerek. Belki de dedemle böyle heyecanlı ya da üzüntülü konuşmalara alışık olmadığımdan şaşkındım kim bilir!
Sartre çok büyük yazarmış, büyük yazar olabilmek için çok büyük tutkularının olması gerekirmiş, yazarken yaşadıkların ve yaşayamadıklarınla, sevdiklerin ve sevmediklerinle, kızgınlıkların ve mutluluklarınla boy ölçüşmen gerekiyormuş. Çok okuman ve dünyadaki güncel olan her şeyi hiç kaçırmadan takip etmeliymişsin. Çoğu yazar kendini Tanrı sanırmış ve yazmaya başladığı anda yarattığı şey her neyse onu sürüklermiş, bütün bunların altında uçsuz bucaksız hayal dünyası yatarmış. Dedem bana bunları anlatırken birgün çok büyük bir yazar olmak istiyorsam eğer, okumayı asla bırakmamam gerektiğini söylerdi. Ben daha o yaşlarda neyin ne olduğunu çok fazla anlamaz, az önce de söylediğim gibi sadece çocuk hafızama kaydederdim. Yıllar sonra şimdi düşünüyorum da neden ben çocukken en iyi arkadaşımın dedem olduğunu ve hayattaki tek tutkumun okumak ve yazmak olduğunu çok iyi anlıyorum.
İlk çocukluk günlerimde (dört veya beş yaşlarındayken) bütün günümü geçirdiğim küçük iki katlı evin alt katında yaşadıklarım şimdi tebessümle hatırladığım uzak anılar olarak halen aklımda. Annem bütün sabah bana okuma-yazma öğretme telaşıyla yanıp tutuşur bir yanda da çizgili deftere çizdiğim çizgilerin yanlışlarını bulup bana gösterir ve gülümseyerek eğer akşama kadar hiç eğrisiz bir sayfa çizgi çizebilirsem bir tane bonibon şekerlemeyi Bakkal Hasan’dan getirteceğini söyler beni teşvik etmeye çalışırdı. Ben ise biraz çiziktirdikten sonra tek kaset çalarlı kırık radyoyu açar Sezen Aksu çıkmasını bekler, çıkmayınca da bütün bütün öfkelenir radyoyu paramparça edesim gelirdi, bir keresinde de etmiştim nitekim ama Sezen Aksu çıkmadığı için değil radyonun içinde ne olduğunu merak ettiğim için. Evimizin sokağında top oynayan çocukların küfürlü bağrışmaları bize kadar gelirken ben annemle neden dışarı çıkamadığım için tartışıp terliği yiyince soluğu misafir odasında almış ve radyoyu sökmeye başlamıştım. Ne işim varmış dışarıda, ben tek çocukmuşum ve çok değerliymişim, Allah beni onlara dokuz yıl hasretten sonra vermiş, bir yerime bir şeyler olabilirmiş, büyüklerin söylediklerine daima itaat etmeliymişim, anneye öyle çatık kaşlarla bakılmazmış, hem sokağın çocukları çok terbiyesizmiş, bir kelime daha edersem terlik geliyormuş.
Vestel Ferguson marka renkli televizyonumuzda (o zamanlar bir övünç kaynağıydı TV’nin renkli olması) Turgut Özal çıktığı zaman bu şişman ve gözlüklü adamın görünüşü bana sanki bir başbakan değilmiş de susam sokağında çıkan bir karaktermiş gibi komik gelir ve kahkahalarıma engel olamazdım. Turgut Özal’dan sonra başbakanlık makamı bana hep gayrı ciddi görünmüştür. Aralıksız üç dört saat televizyonda kara şimşek, susam sokağı, tom ve jerry gibi çocuk programlarını seyrettikten sonra çok sıkılır, babamın iş yerinde bir iş arkadaşına yaptırdığı uçurtmayı salonun ortasına serer, işe yaramaz hovarda dayımın (babam dayımla ilgili böyle söylerdi hep) her neredeyse bir an önce gelip uçurtmayı terastaki güvercinlerle birlikte uçurtacağımız günü hayal ederdim. Evden sokağa gizlice kaçmam da bu sıkıcı günlerden birine rastlar sanıyorum.
O gün annemin mutfakta çok sevdiğim patates kızartmasını pişirdiğini, sessizce antreye çıkıp yine aynı sessizlikte anahtarı çevirdiğimi, yavaşça ayakkabılarımı alıp tıpkı bir hırsız gibi bahçe kapısından sokağa süzüldüğümü ve sokakta top koşturan çocukların dünyasına bu ilk adımı atarken bilmediğim farklı ve bu yeni dünyayı ne kadar da çok keşfetmek istediğimi hatırlıyor ve inanın bu konuyu yazarken halen çok fazla içleniyorum. O karanlık gün benim çocukluğumun bittiği gündü çünkü.
Sokağa çıkar çıkmaz çocukların arasına hemencecik karışmam beklenemezdi tabiî ki. Bir müddet duvar kenarından onları seyredip, arkasından koştukları o yuvarlak, top dedikleri şeyin onları birbirine ne kadar da kenetlediğini o gün düşünmüş müydüm bilmiyorum ama anılarımda kalan topun bir an kaleciyi geçip bana kadar gelmiş olmasıydı. Aralarından benden birkaç yaş büyük olan (sonradan adını Serkan olarak öğrendiğim) birisinin topu almaya gelip “Sen şu evde oturan topal kadının oğlu değil misin? Bakın çocuklar! Topal karının oğlu bu!” deyince ne hale geldiğimi halen bugünmüş gibi hatırlıyorum. Çünkü ara sıra kendimi seyrediyorum o sokakta, çocuk olan kendimi.
Eve girdiğimde kapıyı hızla çarparak, misafir odasına geçip sessizce gözlerimden dökülen yaşları vitrin camında seyrettim. O güne kadar annemin bir ayağının aksıyor olmasını hiç yadırgamamıştım. Hatta tuhaftır, bu durum bende annemle ilgili çok sevimli bir ifade uyandırırdı her zaman ama çocukların alaycı sözleri ve bakışları gururumu çok fazla kırmıştı. Heman olup onları sihirli kılıcımla ne kadar da çok yok etmek isterdim ya da Redkid olup hepsini hapse tıkmayı.
Annemin beni misafir odasına gelerek seyrettiğini bir süre fark edememişim galiba. Yanıma oturdu ve beni kucağına aldı, gözyaşlarımı mendiliyle silerken bir yandan da sorular soruyordu: “Neden ağlıyorsun oğlum, Ne oldu sana bir tanem?” Annemin yanıma gelişi beni daha da derinden etkiledi, tarif edilemez çok ama çok kötü bir duyguya kapıldım. O zaman hıçkırıklarıma engel olamadım ve bir müddet sarsıla sarsıla ağladım. Annemin merakı daha da arttı doğal olarak. Bir süre ağladıktan sonra anneme tüm olanları anlattım. Annem o melek gülümsemesini (o zamanlar melekleri annem gibi düşünürdüm) hiç bozmayarak, ben doğmadan yedi yıl önce felç olduğunu, bir süre yatalak kaldığını ama ameliyat sonrası yataktan kalkıp tamamen iyileştiğini, birgün gelip de çocuk sahibi olmak istedikleri zaman Ankara’daki yüksek doktorların buna şiddetle karşı olduklarını ve bunun annem için çok fazla riskli olduğunu söylemelerine rağmen beni dünyaya getirmeyi göze aldığını, ben dünyaya geldikten sonra ise bir bacağının sakat kaldığını fakat benim, annem ve babam için her şeyden çok değerli olduğumu, onlara Allah’ın bir lütfu olduğumu, iyiki beni doğurduğunu, buna fazlasıyla değdiğimi bana o bildik, etkili ses tonuyla anlatmış ve beni aralıksız öpücüklere boğmuştu.
Bu olay bende aradan geçen onca zamana rağmen yakınımdaki insanlar hariç herkese, her şeye çok öfkelenmeme, bazı zamanlar bu öfke patlaması sonucu kendimi bir yerlere kapatıp düşüncelere dalmama sebep oldu. Dışarıdaki gerçek dünyada bulamadığım ya da asla istemediğim dostluğu çocukken çizgi romanlarda ve hikaye kitaplarında, ilk gençlik yıllarımda ise romanlarda bulmaya çalışırdım. İlköğretim, lise, üniversite ve yatılı okul yıllarımda hiçbir zaman kendime düzenli bir arkadaş edinmemiş ve asla kimseye sadık bir dost olamamıştım, dedem hariç.
Az önce bahsettiğim o karanlık olaydan önce dedem, benim için bize geldiği zaman bana büyüğünden hobi çikolata getiren ve beni yanına oturtup bilmece soran çocuk ruhlu, tuhaf bir adamdı. Büyük simsiyah gözleri, ince ama geniş kaşları, gümüşi renk düz ve gür saçları, elmacık kemikleri çıkık sivri çenesi ve bıyıksız belirgin yüzüyle önceleri insanda çekingenlik uyandırsa da dedem bana davranışlarında hep güler yüzlü olduğu için sevimli gelirdi. Çocukların benle alay ettikleri akşamüstü de çıkageldi evimize (genelde iki haftada bir gelirdi). Yüzünde yine aynı şakalaşmalar ve gülümsemeyle bana her zamanki çikolatayı uzattığında isteksiz bir asık suratla aldım. Dedemin yüzünün apansız ciddileşip bana soru dolu gözlerle baktığını şimdiki gibi hatırlıyorum. Bir süre öylece bana baktıktan sonra “Biliyor musun? Kalp kırıklıkları bazen insana iyi gelir; insan bu kırıkları başka yararlı şeylerle onarmaya kalkarsa o zaman hayat onu belki de en harika olgunluğa eriştirebilir.” dedi. Annem o sırada araya girerek “Torunun artık okuma yazma biliyor dedesi, hadi oğlum dedene göster nasıl okuyabiliyorsun şu gazeteyi.” diye çekyatın üzerindeki gazeteyi işaret etti. Ben yine aynı isteksizlikle gazete manşetindeki Kenan Evren’le ilgili haberlerden bir kaçını okudum.
Dedem o günden sonra yaklaşık yirmi gün bize gelmedi, geldiğinde ise elinde üç tane hikaye kitabı vardı: Gemici Sindbad, Aleaddin’in Sihirli Lambası, Ali Baba ve Kırk Haramiler. Bu büyük fontlu harfleri olan resimli kitapları bir haftada tam üçer kez okuduğumu ve ne kadar eğlendiğimi ara sıra gülümseyerek anımsarım. Bu olaydan yaklaşık on gün sonra bu defa biz dedemlere gitmiştik. Kasabamızın üst mahallesinde olan dedemlerin evi bana uzaktan, yine çocukluğumun bir başka televizyon kahramanı olan Kont Drakula’nın korkunç şatosu gibi görünür, o zaman annemin elini daha sıkı tutardım. Ermenilerden kalma, üç katlı, üstü kiremit, duvarları kerpiçten yapılma, en alt katın tabanı beton üst katlarınki ise ahşap olan ve alt katının mutfak, banyo, tuvalet; orta katının salon, misafir odası, kütüphane; en üst katının ise yatak odası ve balkon olarak kullanıldığı ve yıkıldığı 1999 yılına kadar bana her zaman kederli görünen bu evin hayatıma yön veren ve benim için her zaman kutsal bir mekan olacağını o zamanlar hiç tahmin bile edemezdim.
Eve geldiğimizde anneannem bizi rengarenk güllerin arasından geçtiğimiz ön bahçede karşıladı. Çiçekleri suluyormuş, Hulusi Efendinin (dedem) çiçek merakı yüzünden bütün gününü bahçede geçirmek zorunda kalıyormuş, eskiden arılar için (dedem çok yıllar arıcılık yapmış ve bu nedenle anadolunun en uzak köşesine kadar her yerini gezmiş) şehir dışına çıktığı zaman böyle şeylerle hiç olmazsa uğraşmazmış. Bunları söylerken anneannem bir yandan elindeki hortumu bir gül ağacının dibine bırakıp ıslak elleriyle yanaklarımı sıkıp bana “Hoş geldin güzel oğlum, büyümüş de kocaman olmuşsun.” dedi. Dedemi sordum hemen, yukarıda kütüphanedeymiş.
Ben o eve ne zaman gitsem dedemin bir misafiri yoksa eğer onu hep kütüphanede kitaplarla ilgilenirken bulurdum. Yıllar sonra bunun nedenini sorduğumda, “Hayatta mutlu olunabilecek üç ortam vardır: Bir Allah’a dua ederken, sanki dua etmiyormuşsun da konuşuyormuşsun gibi hissettiğin ortam; kütüphanede bakıp, okuyup, inceleyip ve sonra hep bir ağızdan sana ‘Bizde sevinci, aşkı, mutluluğu, duyguyu, ihtirası, maddiyatı, entrikayı, savaşı, sadakati, gözyaşlarını, matemi, şarabı, huzuru, yoksulluğu, intikamı, şatafatı, kadınları, zamanı özetle hayatın tüm anlamlarını bulabilirsin.’ diye çağıran kitapların bulunduğu ortam; alim kişilerin de olduğu, uzun sohbetlerin edildiği muhabbet ortamı.”
Kitapları okumuş muyum diye sordu dedem. Okuduğumu, hem de üç kez okuduğumu ve hikayeleri çok sevdiğimi söyledim. Bu defa hikayelerden ne tür anlamlar çıkardığımı sordu elindeki kitaptan kafasını kaldırmayarak ve yüzündeki ciddi ifadeyle. Başımı öne eğerek sustum. Bu suskunluk bir süre dedemin elindeki kitabı raftaki yerine koyması ve karşıma yavaşça oturup başımı okşayarak “Okumak, sadece bir hikayeyi, şiiri, metni bitirmek değildir; okumak, okuduklarından anlamlar çıkartarak onu hayal alemine katarak yorumlayabilmek, onu kendinle bütünleştirebilmektir.” demesiyle son buldu. Okumak, dünyadaki en sabır gerektiren ama belli bir aşamadan sonra alışkanlığa dönüşen ve en nihayetinde insanı yazmaya yönelterek insanın içindeki yaratıcılığı tetikleyen mucizevi bir buluşmuş ve benim sihirli lambam da okumak olmalıymış. Okumayla kendime yaratacağım bu hayal alemi, zamanla bana her şeyden, herkesten, dışarıdaki gerçek dünyadan bile daha gerçekmiş gibi gelecekmiş.
Dedem, o günden sonra benimle hikayelerden, şiirden, divan edebiyatından, tarihten, minyatür sanatından, hat sanatından, aşktan, Tanrı’dan, Peygamberlerinden, gezip gördüğü şehirlerden söz eden ve bana çoğu zaman hiçbir yerde dinlemediğim esrarlı hikayeler anlatan bir şark ozanı gibi gelir ve bir Rum arkadaşından duyduğum çağımızın son meddahı yakıştırmasını sonuna kadar hak ederdi. Anadolu’nun uzak köşelerinden ziyarete gelen gizemli arkadaşlarıyla yaptığı uzun sohbetlerde bulunur, anlatılan hikayeleri sessizce dinleyerek zihnimde tasvir ederdim. Bu arkadaşlar bazen defineci bir Rum, bazen tekkede bilmem ne şeyhinin yanında talebelik yapmış dedemin tabiriyle Allah dostu, bazen telkari üstadı olan bir Süryani, bazen de Sovyetlerde yıllarca yaşamış marksist bir çerkez olabiliyordu. Bu karanlık adamlar dedemle saatlerce, gecelerce bıkmadan usanmadan aşktan, renklerden, Osmanlı’nın karanlık dehlizlerinden, hazinelerden, binbir gece masallarından, Deccal’den, ölümden, Tanrı’dan, felsefeden vs konuşurlardı. Bu konuşmalarımın hiçbirisini kaçırmak istemediğim için neredeyse bütün çocukluğum dedemlerde geçti. Bu sohbetler dışında günümün büyük bölümü okumakla geçiyordu. Hiçbir şey bana okumak kadar haz vermiyordu.
Liseye gittiğim yılların başındaydı, dedem bana Dostoyevski’den söz etmiş ve onun, ne kadar harika bir hayal dünyası olduğundan tıpkı bir evladını öven baba gibi bahsetmişti. Dünyadaki bütün romancıların en üstündeki romancı olarak tanıttığı Dostoyevski’nin kitabını bana verirken “Unutma ki edebiyat sheakspire, Dostoyevski gibi büyük sanatçılarla başlayan ama ölünceye kadar bitmeyen bir serüvendir.” demişti. O günden sonra okumak, bir süre sonra da yazmak benim için yemek içmek kadar gerekli bir ihtiyaç halini aldı. Okumadığım gün kendimi mutsuz, eksik; yazamadığım gün ise boş, gereksiz, anlamsız hissediyordum.
Bu siteye ziyaretçi olarak gelip yazılarımı okuma inceliğini gösteren değerli dostlar, dedem 1998 yılında bir kalp krizi sonucu kendi deyimiyle limanda onu doğduğu andan başlayarak bekleyen gemiye bindi. Ben hayatımın merkezinden hiçbir zaman çıkaramadığım, sonsuza kadar minnetle anacağım dedeme bu sitede yazılan tüm yazılarımı ithaf ediyorum.
YORUMLAR