Geçmişim ve Ben!
04 Nisan 2012, 00.31 A- A+Yazıya 2–3 yıl önce okuduğum bir kitaptan hatırımda kalan bir misal ile başlamak istiyorum. Sanırım derdimi anlatmaya en iyi başlangıcı bu şekilde yapabilirim.
Varsayalım bir apartman dairesinde oturuyorsunuz ve apartman görevlinizin ( yani kapıcınızın ) adı Mehmet olsun. Kendisinden marketten bir şey almasını rica edeceksiniz. Şu cümlelerden hangisini kurma ihtimaliniz daha yüksektir, bir an düşünün lütfen.
- Mehmet Bey, bana marketten süt alır mısın?
- Mehmet Efendi, bana marketten süt alır mısın?
Düşündünüz mü? Sanırım birçoğumuz alttaki şekilde bu ricamızı dile getiririz, hadi genellemeden uzaklaşmak için en azından kendi adıma ben ikinci cümleyi tercih ederim diyeyim. Peki, ama neden Mehmet Bey değil de Mehmet Efendi demeyi tercih ediyoruz ( ya da ediyorum) daha çok?
Bunun sebebi tarihimizde saklı. Osmanlı zamanında sonradan Müslüman olanlara isimlerini değiştirseler de efendi diye hitap edilirmiş. Ali efendi, Veli Efendi, Osman Efendi gibi…
Devam etmeden belirteyim yazının bundan sonra ki kısmında yer alan düşünceler bana ve bu akşam sohbet ettiğim birkaç mesai arkadaşıma aittir. Katılana da katılmayana da saygım vardır.
Bir edebiyatçı arkadaşıma bu durumun nedenini sordum. Neden efendi diyorum da bey demiyorum dedim. Aldığım cevap gayet netti. Efendi de tam olarak kendinden kabul etmeme, hatta maalesef hafif aşağı görme söz konusudur. Rahmetli Münir Özkul filmleri geldi birden aklıma. Hani kızdığı zaman birisine “ Efendi, efendiiiii! “ derdi ya bunu düşündüm. Sanırım aldığım cevaba uygundu bu söylem şekli. Kendisinden olmayan, aşağı gördüğü ve tartıştıkları için kullanırdı bu ifadeyi. Haksız mıyım?
Sonra biraz daha kafa yordum. Peki, beyefendi kelimesini daha çok kimler için kullanıyorum diye düşündüm. Samimi olmadığım ( yani benle ilgisi olmayan, bana uzak ) ama kendimle denk gördüğüm birileri için kullanıyorum. Ve yine sanırım beyefendiyi sonradan kullanmaya başladık günlük hayatımızda. Burada saygı beyden ve uzaklık efendiden geliyor bana göre.
Neyse… Biraz da derdimi anlatmaya çalışayım. Toplum ya da millet olmak böyle bir şey olsa gerek. Farkında olmadan da olsa yüzyılların davranış şeklini ve söylemlerini ( elbette başka kalıplara girse de) kullanmak sanırım. Hatta geçmişten hoşlansak ta, hoşlanmasak ta verdiğim misalin ortaya koyduğu gibi bilinçaltımıza yerleşmiş, günlük hayatımıza yansımaları söz konusu geçmişimizin. Bundan kaçamayız, hoş ben zaten kaçmak istemiyorum da…
Efendiden yola çıkarak bu türlü farkında olmasak ta bilinçaltımıza yerleşen başka durumlar var mı acaba diye zorladım zihnimi hatta birkaç arkadaşın fikrini bile aldım. Çok uğraştım ama hak verirsiniz ki insanın beyninin bir köşesine yer etmiş bu tür davranış ya da söylemleri bulması zor mesele. Vurgulamaya çalıştığım gibi çoğunun farkında bile değiliz. Bir iki nokta yakaladık hep birlikte. Her ne kadar okumayacaksa da kapı için Ayhan'a teşekkür ediyorum:)Hangi kapı mı? Aşağıda anlayacak sınız:)
Geçen gün çalıştığım kurumda iş çıkışı amirimle birkaç arkadaş odasında sohbet ediyorduk. Odanın kapısı açıktı. Kurumda işi olan bir vatandaş içeriye girdi. İlk cümlesi “ Kapı açıktı daldık içeriye “ oldu. Amirim de “ Gizli saklı işimiz yok ki kapatalım” dedi. Evet, millet olarak bizde pek kapı kapatma alışkanlığı yoktur. Neden bu alışkanlığımız diğer milletlere göre daha düşük? Bunun sebebi bu topraklara gelmeden önce çadırlarda yaşamış olmamız olabilir mi? Hani çadırda kapı yoktur ya. Ya da millet olarak çok şükür her zaman dikili bir bayrağımız, bir toprağımız olması ve işgallere uğramış olsak ta esaret yaşamamış olmamızdan kaynaklanan kendimize duyduğumuz özgüven olabilir mi? Özgürlük insanda kendine güven, belli oranda da rahatlık vermez mi? Belki de Viyana kapılarına dayanmış olmamıza rağmen o kapıları açamamış olmamızdan dolayı kapalı kapılara karşı içimizde bir soğukluk vardır ne dersiniz? Geçelim kapı bahsini.
Otobüs yolculuklarını severim. En azından şoför ben olmadığım için dikkat kesilmem gerekmiyor. Yayılıyorum koltuğa, hasret olduğum uykuya dalıyorum. Ama illa pencere kenarı olmalı aldığım koltuk. ( Gerçi koltuğu satın alıyormuşuz gibi oldu ama neyse ). Neden koridorda ki koltukları değil de pencere kenarındakileri daha çok tercih ediyoruz? Daha rahat diye mi sadece? Yoksa, bunun bir sebebi de yaşadığımız toprakların doğu ve batı arasında koridor olması ve bu sebeple diğer milletlerle çok savaşmış olmamız olabilir mi?
Tamam, efendi gibi değil benim ve Ayhan'ın keşifleri kabul. Öyle, hakikaten ya dedirtmiyor insana. Ama dedim ya zor iş bilinçaltındakini aramak.
Şimdi gelelim esas konuya. Son zamanlarda geçmişimiz ile ilgili diziler ve sinema filmleri ne kadar çok izleyici çekiyor değil mi? Eskiye bir özlem mi söz konusu? Ya da eskiyi araştırma, öğrenme merakı mı ortaya çıktı birden? Bence hiç biri değil. Kendimden yola çıkarak sebebini açıklayayım. Ben ne eskiyim ne de yeni. Ben benim. Hem eskiye hem şimdiki zamana ait biriyim. Geçmişi mi silip atmam, şimdi ki hayatımdan da vazgeçmem. Öyle ya, eskiden sahip olmadığım birçok hakka sahibim. Seçme, seçilme, düşüncelerini özgürce ifade etme gibi. Ki dünyanın en büyük liderlerinden biri ve ecdadımın kanı ile bu haklara sahip olmuşum. Neden bunlardan vazgeçeyim ki, deli miyim ben? Ne demiş Mehmet Akif Ersoy, hem de bahsini etmeye çalıştığım konu için “ Gelenin keyfi için geçmişime küfredemem. “ . Ne komik değil mi? Ben satırlar yazdım meramımı anlatabilmek için Mehmet Akif bir mısra.
İstesek de istemesek de, sevsek de sevmesek de geçmiş bizim geçmişimiz. Ne olduğumuz, nereden geldiğimiz, alışkanlıklarımız belli. Bir de olaya şu açıdan bakalım. İstesek de istemesek de, sevsek de sevmesek de biz Türkiye’yiz. Ne geçmişimizi inkar edip karalayalım ne de şimdiki devletimizi. Unutmayalım ki, her ikisi de bizim.
Bu paylaşım vesilesiyle özgürlüğüm simgesi Marşımın şairi Mehmet Akif Ersoy’a, usta oyuncular Münir Özkul’a ve Ekrem Bora’ya, kaybettiğimiz Neslişah Sultan’a, bana bu topraklarda nefes alma şansını bahşeden Atatürk ve aziz şehitlerimize Allahtan rahmet diliyorum. Bu insanlarla aynı topraklarda dünyaya gelmiş olmam sebebiyle de şükrediyorum.Dost sohbeti vesilesiyle ortaya çıkmış olan bu blog için arkadaşlarıma da teşekkür ediyorum. Saygılarımla…
YORUMLAR
bir de şöyle bir şey vardır:"sen" "siz"
örnekle açıklarsam: ön koşullar hakkında bilgilendirilmediğimden, o koşulları sağlamak için bir saat daha beklemem gerektiğinde, patlayıp sinirimi doktordan alınca, öncesinde bana "sen" "geç" "hazır mısın" diyen doktor birden sizli bizli olmuştur. bir korku insana bir çok şey yaptırabilr.
Demek ki pencere kenarını seçmem bilinçaltımın bana bir oyunu olma ihtimali var, bu da güzelmiş. Ben yolculuk boyunca uyuyamam. Pencere kenarını seçerim ki, en azından etrafı izlerken zaman geçsin:)
Heee derler ki, "kapısız yerden mi çıktın" Çıkmışız valla:) Çok ilginç bir yazı olmuş, beğendim:)
O değilmidir ki İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif Ersoy'a da Mehmet Akif Efendi diye hitap edilirdi, devşirme olduğu için.
Allahtan soyadı kanunu çıktı, sonra bir yasa çıktı; 'bey', 'hanım', 'efendi' vs. hitaplar yasaklandı. her ne kadar herkesin soyadı olmasına rağmen hala köylerimizde 'kertikgillerden osman', 'çörelilerden kezban' gibi ad yakıştırmaları sanırım sizin bahsettiğiniz bu geçmişin izlerini taşıdığı içinmiş. her zaman merak ederdim, şimdi öğrenmiş oldum. :)
teşekkür ederim, güzel blogdu zevkle okudum, ellerinize sağlık...
Çok derin mevzulara girmişsiniz.
Bey ve efendi arasındaki farkı dile getirmişsin. Efendi demek bile büyüklük bence.
Bir arkadaşımızında yorum da dediği gibi " nan memet süt nerde kaldı " demekten iyidir.
Arkadaşınızla sohbetinizi kıskandım açıkcası. Benim üniversiteden arkadaşlarımın çoğu yurt dışında yada Türkiyenin çeşitli bölgelerindeler. Şu an için çok nadir konuşabileceğim tartışabileceğim insan var. Bir elin parmaklarını geçmez derler ya o hesap. (biraz sivri dilli olduğumdan konuşmalar tartışmaya dönüyor da )
Yaz tatillerinde ses tellerimizi yorana kadar sohbetlerim aklıma geldi.
Geçmişimizle ilgilide ; 600 yılı aşmış 3 kıtaya 7 denize hükmetmiş ecdat'a sahip olduğum için onur ve gurur duyuyorum.