AH, SEVGİ
28 Nisan 2012, 19.53 A- A+Feride, İstanbul'lu idi. İlk üniversite giriş sınavında, İzmir'i kazanmış ama ailesi göndermemişti. İstanbul dışı yazmak yok dendiği halde, 2 sene Ankara'yı da sıkıştırmıştı, ilk tercihlerinin arasına. İnadına da Ankara tutmuştu. O zamanlar, öyleydi 'tutuyordu'. Sınav giriş sonuç belgesini getiren postacı, kapıda bekliyordu. 'Hadi açsana, hayırlı sonuçtur,inşallah' diyerek. Ona göre sonuç hayırlıydı. Kazanmıştı bir yeri. Pişkin pişkin gülüyordu. Belki de içtendi, kimbilir? Bahşişini almış, mutlu mutlu gitti.
Yıllar sonra, annesini bıraktıkları şehre gitmişti. Üniversiteliydi artık. Ve özgür...Normalde de, aktif ve kendine güvenen, hani erkek gibi (ne demekse) kızdı. İlk sene iyi geçmişti. Ankara'yı, düzenini , arkadaşlarını ve özgürlüğünü çok sevmişti. 2. senenin ortalarında, kendini siyasi grubun içinde bulmuş, artık , herkesin eşitliği için mücadele vermeye başlamıştı. Okula grupla gidip geliyordu. Ve birgün , vurulduğu ile ilgili bir haber gitti İstanbul'a. Haber yanlıştı ama, gel görün ki, ailesinin korkusuna engel olamamış ve okuldan çekilip alınmıştı. Siyasi olayların tavan yaptığı, köşelerde, onca gencin vurulduğu yıllardı. O koca seneyi, kurslara katılarak geçirdi. Halk müziği, halk oyunları, teknik resim, fotografcılık ve onlarcası...Hiçbir şey tatmin etmiyordu. Ve, Ankara'da onu bekleyen ya da beklemeyen sevdalısı vardı.
Bir gün, televizyonu açtıklarında 1980 ihtilali haberi ile karşılaştılar. Ve, yanında kaldığı ablası, okula geri dönme izni müjdesini verdi. Gitti. Çok şeyler yaşadı, çok üzüldü, çok mutlu oldu. Yurtta kalıyordu arkadaşları ile. Ama o zamanlar da, şimdiki gibi, ilk ürkekliği attıktan sonra, şehir dışından gelen öğrencilerde bir 'eve çıkma' merakı oluşurdu. O da çıktı, yanında bir arkadaşı ile. Eski bir apartman idi. Sahibi Atatürk'ün silah arkadaşlarından Zeki Paşa idi. Zeki paşa gideli çok olmuştu, eşi Bedrünissa Hanım teyze, geçim derdi yüzünden, bir daireyi kendine ayırmış, içinde o devirden kalma kıymetli eşyalarının arasında, en az 30 kediyle yaşardı. Bir duvarı, paşa ile Atatürk'ün resimleri ile donatılmıştı. Pis kokardı ev. Başa çıkamazdı onca kediyle de, yine de onlardan vazgeçemezdi. Paşadan dolayı aldığı emekli maaşı, tamamen kedilere giderdi. Diğer bir daireyi de tek evladı olan kızına vermişti. Kızı , ailesine uymayan bir piano tamircisiyle evliydi. Adam çalışmıyor, öyle vakit geçiriyordu. İçkisi yüzünden, artık onu kimse çağırmaz olmuştu, tamire. Yoksa, şehirde hatta memleketteki nadir, ustalardandı. Diğer bakımsız dairelerini , öğrencilere kiraya verir, hem kendi geçinip, hem de kızını ve eşini geçindirirdi. Ama çok asildi Bedrünissa hanım. Şiir yazardı bolca, gazete kenar boşluklarına...
Feride en altta, bodrumdaki daire tutmuştu, son senesinde. Ankara'da kısa süreli çalıştığı yerde tanıştığı Abdülkadir Bey amcası, ona eski eşyalarını vermiş, öğrenci evinden,dar gelirli bir ailenin evine dönüşmüştü daire.
Yılbaşı geliyordu, ve babasının gönderdiği aylık daha ilk hafta bitmişti. Yılbaşını ilk kez dışarda geçirmek ve de herşeyi ile mükemmel olmak istiyordu. Arkadaşıyla, bir pazarlama şirketine başvurdular ve hemen kabul edildiler. Şaşırmışlardı, kolay kabul edilişlerinde. İşe başladıkları gün anladılar. Güney Sanayi'nin battaniyeleri pazarlanıyordu. Bir sürü kadın, arabalara doluşuyor ve bir semte bırakılıyorlardı. Tek tek ,zilleri çalıyor, kapı kapı battaniye satmaya çalışıyorlardı. Onardan başka okuyan yoktu. Neredeyse hepsi, ilkokul mezunu bayanlardı. Yılmadılar, 15 günde, birer tafta elbise, bir ayakkabı ve çanta alabilecek, o geceki yemeğin parasını ödeyebilecek ve saçlarını kestirip fön çektirecek parayı kazanmışlardı. Feride'nin tafta elbisesi ki, arkadaşıyla aynı modeldi, petrol yeşiliydi. Kot pantolondan kurtulmuş, harika güzel genç bir bayana dönüşmüştü. O yılbaşı muhteşem başlamıştı...
Şirkette, salonda oturarak, akşam herkesin toplanması beklenirdi. Ondan sonrada, herkes, sattığı kadarıyla primlerini alır, çay içer, giderlerdi.
Bir hafta geçmiş, satıştan dönmüşler, salonda oturuyorlardı. Genç bir bayan girdi içeriye. Salondaki üç beş kişi belli ki tanyorlardı onu. 'Hoşgeldin ,nerelerdeydin' fasılları bittikten sonra, gülüşmeler ve dalga geçmeler başladı kadınla. Adı 'Sevgi' idi. Feride, okuduğu kitabı bıraktı yanındaki sehpaya, ilgiyle izlemeye başladı olup bitenleri. Genç kadına , alenen sözlü saldırılar başlamıştı. Biri pis pis sırıtarak soruyordu, 'Sevgiiiiiiiiii kaç yaşındasın sen?
- Biliyorsunuz daha önceden de söylemiştim size , 20 yaşındayım!
Kahkahalar patladı etrafta...
-Hadi canım , bu nüfüs kağıdı öyle söylemiyor ama, hahahahah, ufal da, cebime gir bari'
Nasıl almışlardı çantasından o nüfüs kağıdını anlayamamıştı Sevgi.
Koştu, kadının elinden nüfüs cüzdanını almak için. İtiş kakış başlamış, artık herkes oyuna dahil olmuşlardı. Nüfüs kağıdı, ondan ona geçiyor, Sevgi bir türlü alamıyordu.
-Kaç yaşındasın kaççççç ? hahahaha 20 imiş, 34 desene sen şuna kızımmmm!
Feride, çok sinirlenmişti. Üniversitede okuyor ve de İstanbul'lu olması, düzgün ve ağır konuşması bir saygınlık uyandırmıştı diğerlerinde.
Kalktı, nüfüs kağıdını elinde bulunduran kadına doğru yürüdü. Hiç konuşmadan , elini uzattı kadına. Sadece 'ver ' dedi. Kadın şaşırmış ve afallamış bir ifadeyle uzattı Feride'ye.
'Utanmıyor musunuz siz, bu ne saygısızca davranışlar' diyerek, Sevgi'nin yanına gitti ve uzattı nüfüs kağıdını. Bakmamıştı, kaç yaşında olduğuna. 'Buyur gel yanımıza, çay içelim' diyerek, koltuğuna döndü.
Ve herşey böyle başladı...Hiç birşey görüldüğü gibi değildi.
Keşke Feride, o gün , o saat orada olmamış olsaydı...Nereden bilebilirdi ?
YORUMLAR
eee keşke bitirseydiniz merakla bekliyorum devamını...
Feride merak ettim simdi seni:)
Nur topu gibi 3. dizi yazımız olmuş. Yaşasın!:)
Pek memnunum pek.
Seviyorum bu tür yazıları.
Bunun konusunun geçtiği dönemler de çok aşina bana.
Ankara, öğrencilik, dönem... Daha bir keyifle okuyacağım.
"Yıldız'cığım da arada ihmal olmaz değil mi?-
Sağ ol kupabeys.
Uzak geçmişe, yakın geçmişle biraz nefes aldırayım demiştim. Evet devam ve teşekkürler:-)
Bu arada sevgili: Crsher amacım, çata çat cevap vermek değil. Vermem de zaten. Yorumunuzu okudum. Süzgecimden geçirdim, anlamaya çalıştım. Neye dokundurdu arkadaşım, ya da ben farkında olmadan neye dokundurdum diye.
Hissettiğim doğru mu acaba, diye yazıyor, eğer doğru ise de bu algıyı düzeltmek istiyorum kafanızda...
Güney Sanayi battaniyeleri PAZARLANIYORDU, (gerçekten pazarlanan battaniyelerdi), kadınlar doluşuyordu arabalara ( gerçekten şirketin 2-3 arabasına ,sıkışabildiği kadar kadın sıkışıyordu) Kapı zilleri çalınıyor, battaniyeler satılmaya çalışılıyordu ( evet, o devirlerde, bu çat kapı ürün satışları ragbetteydi, ama ÜRÜN SATIŞLARI)
Ben anladım,siz anladınız...Yani yazı düz yazı, benzetmeler olmadan, Türkçemizin lastikli kelime kullanımları olmadan yazılmıştır. :-)
Sağlıklarla Kalın...
Bence herkez üniversite okumalı (ailesiyle aynı şehirde olmadan ). Çünkü birilerinin koltuğunda değil kendi ayakları üzerinde yaşamayıda öğrenmeli. Hayatı ülkenin değişik yerlerinden gelen ve çok çeşitli insan tipleri ile öğrenmeli. Çünkü hayatı boyunca karşılaşabileceği çeşitlilikte insanla üniversitede karşılaşabilir ( üç aşağı beş yukarı). Farklı gruplar çengellerini her zaman takmaya çalışır. Katılıp katılmamak tamamen bireysel, siyasal ve zihinsel (şu sıralar parada girdi işin içine ).
Feride ne kadar zaman kaybetti bilemem ancak; hayatının yarısını veya üçte ikisini kaybettikten sonra eğitimine devam edenler var. O dönemlerde öyleymiş her dönem çeşitli kesimleri engelleyenler oldu ve olmakta... Paylaşım için teşekkürler.
Şöyle düşünelim; Bir roman okuyorsunuz. İlk bir kaç sayfadan sonra konu kendini şöyle böyle belli etmiştir. Fakat siz, o ilk bir kaç sayfayı okuyup, o romanı bir kenara bırakıp, bir kaç gün sonrada kaldığınız yerden devam ediyorsunuz.. Eğer dediğim gibi okursanız konudan uzaklaşırsınız. Geriye dönüp o bir kaç sayfayı yeniden okumak bana göre külfettir.
Tamam siz ve sizin gibi bir kaç arkadaş son zamanlarda hikaye türünde bir şeyler yazıyorsunuz. Ve aradan bir kaç gün geçiyor, seriye devam..Ne yapalım sizce? Sizin bloglar arasında bir geçiş yapıp o hikeyeyi arayalım, öyle değil mi?
Başlı başına günlük tarzındaki yazılarınızı seviyorum.
Ama son dönemde yazdıklarınız bende kopukluğa sebep oldu. Belkide sadece bende oldu. Kimseden ses çıkmadığına göre.
Diğer konuya gelince, evet o arkadaşa sertçe bir yorum yazdım. İlk etapta bana hissettirdikleri böyleydi. Burda herkes istediği, hissettiği yorumu yazmıyacaksa hiç yazmasın. Ancak benim anlamadığım o arkadaşın yerine neden siz onu savunuyorsunuz? Bu göreve atandınızda haberimiz mi yok. Zaten onca pohpohlayanlar oluyor. Ben de onların arasında olmak istemememiş olamaz mıyım? Buna hakkım yok mu?
Bu arada, sizin blogunuza yorum yapmayıp başka bir yazarın blogunda sizi eleştirdim diye beni eleştirmişsiniz. Peki sizin yaptığınız nedir?