''DARBE''Lİ YILLAR!
12 Eylül 2012, 16.01 A- A+
On iki Eylül darbesi olmuş, insanlar etkisinde henüz kurtulamamıştılar. Darbenin şiddeti tüm hızıyla devam ediyordu. En ufak bir hareketlilikte insanlar potansiyel suçlu görülüp, toprak piresi gibi zehirli gaz sıkılıyordu. Nezarethanelere, hapishanelere atılıyordu. Küçük yerleşim yerlerinde bu daha çok tehlikeli boyutlara varmıştı. Geceleri dışarı çıkmak kuşkulu görünüyordu. Ummadık anda hayatının yönü değişebilirdi. Ayağı taşa takılıp tökezleyerek düşmek kadar aptalca bir durum ile karşı karşıyaydık!
Akşam saat yirmi bir sularında şehrin tam ortasında silah sesleri duyuldu. Yaklaşık beş dakika süren ses, bizi derin endişeye sevk etmesine yetmişti. Biz iki odalı evde altı öğrenci kalıyorduk. Aralık ayının en şiddetli kışını yaşıyorduk. Bir saat içerisinde öğrenci evimiz askerlerce çevrildi. Kapıyı açan Zeki göğsünde yediği sert dipçik darbesiyle yere yuvarlandı. Arkadaşımızın yere düştüğünü görünce, iliklerimize kadar korkuyu his ettik. Önce evi arama bahanesiyle altını üstüne getirdiler. Bir şey bulunmayınca kısa boylu komutan; ‘’götürün’’ dedi.
Bizi direkt adliye binasına götürdüler. Jandarma karakolu adliye binasının içindeydi. Hepimizi karakolun yemekhanesine aldılar. Sıcak yer, sandalye, hemen sandalyelere yerleştik. Arada on dakika geçti bir kaç kişi daha geldi. Kısa sürede otuz’u aşkın öğrenci toplandı. Ulaşabildikleri bütün öğrenci evlerindeki öğrencileri topladılar. Herkesin gözüne korku sinmiş umutsuz bakışlar, için için ağlayanları gördükçe insan daha fazla umutsuzluğa kapılıyordu. Toplanan öğrencilerden ortaokul da okuyan çocuklarda vardı. Askerin silahının ucundaki siyah sungusu belinde copu tüylerimizi ürpertiyordu.
Bir süre kaldıktan sonra ‘’hadi bakalım özel odalarınıza’’ alaylı bir davet ti. Bodrum katının küflü merdivenlerinde indiğimizde soğuk hava yavaş yavaş his ettik. İçerde sıcaktan soğuk hava ile temas bıçak gibi işlendi titrek bedenlerimize. Özellikle yapılan bir şey olduğunu sonraki zamanlarda daha iyi anlayacaktık. Önce terlettiler sonra dondurdular. Korkudan ve üşümekten dişlerimiz birbirine vuruyordu.
Bizden önce iki öğrenciyi nezarethaneye atmıştılar. İkisini de yandaki odada tutuyordular. Birkaç kişi geldi karanlıkta gözümüze fener tutuyordular kim olduklarını seçemiyorduk. Yandaki odanın kapısını açtılar iki arkadaşımızı döve döve yanımıza getirdiler. Üzerilerindeki elbise paramparça olmuştu. Yüzleri tanınmayacak derecede kan içindeydi ayaklarında ayakkabı ve çorap yoktu. Ayakta durmaktan güçlük çekiyordular. İkisi de lise son sınıf öğrencisiydi.
Bir kişi parmaklı demir kapıya yaklaştı el fenerini sırayla hepimizin üzerinde gezdirdi. ‘’İçinizde silahlı çatışmaya çıkan oldu mu’’ diye alaylı bir soru sordu? Kimseden ses çıkmayınca alaylı konuşmasına devam etti. ‘’en kısa zamanda hepiniz tren yolculuğuna çıkacaksınız’’ dedi. Onun ne anlama geldiğini önce anlamadık fakat o gittikten sonra aramızdan konuştuk bunun anlamı. Bizi başka yere göndereceklerdi, bunun içinde beklemekten başka çaremiz yoktu.
Aslında söylenecek çok fazla bir şeyimiz yoktu. Kendi kendimizi savunacak düşünceye bile sahip değildik. Kalbimiz hızla çarpıyor, birbirimize korku dolu gözlerle bakıyorduk. Bizi bu kadar korkunç hale getiren durum neydi? Bizi bu kadar bozuk düzen içerisinde ‘’darbe’’nin ‘’postal’’ları altında değersiz kılan neydi?
O geceyi soğuktan ve arkadaşlarımızın yediği dayaktan ah! Of! Nidaları sidik kokusu karışıp kişiliğimiz her santimetre karesi esir alınmıştı.
Karlı sokaklarında insanlar dolaşıyordu. Parmaklı menfezde gördüğümüz her kişiyi kendi kurtarıcımız olarak görmemiz bizi hepten umutsuzluğa itiyordu. Şakağında akan kanı temizlemeye çalışan arkadaşımız, diğerinin yüzünde sanki jilet kesiği gibi görünüyordu yarası. Gözlerinde akan yaşlar yanağındaki kana karışıp yerdeki çişli suya karışıyordu. Ayaklarımız altında beş santimlik su birikintisi vardı, tuvalete bile gitmemize izin verilmiyordu.
Koridorda dolaşan nöbetçi demir parmaklı kapıya geliyor, sigarasının dumanını içeriye üflüyordu. Kendini bilmez bu işkencecinin iğrenç nefesine gencecik insanlar maruz kalıyordu. Ağza alınmayacak küfür ediyordu. Arada bir yanına birini çağırıyor soru soruyor istemediği cevabı alınca rast gele parmaklıklar arasında dipçiği vuruyordu.. Bunlara karşı gücümüz ne olabilirdi ki, yediğimiz darbeyle toparlanmaya çalışırken fırsat vermeden ikinci ‘’darbe’’ geliyordu.
Beş para etmez bir insan beş kuruş etmez bir dille hakaret dolu sözcükler dökülüyordu. Alakasız sorular sorup ahlaksız küfürler ediyordu. İçimizde en cılız çocuğu yanına çağırdı ‘’ulan sen de mi çatışmaya katıldın’’ dedi? Çocuk ‘’ağabey vAllah ben yapmadım’’ demesi karşısında küstahça kahkahasını atıyordu. Koskocaman bir insanın, çocuk denecek yaştaki insanlara bu denli davranması bizi kahrediyordu. Ağzı tezek kokan bu insana söylenecek sözümüz yoktu en azında korku ve sinmekten öteye gidemiyorduk. Korkudan bir dilsizin gözleriyle bakıyordu. Yüzlerd(c)e binlerce korkulu ifade belirmişti…
Bizimde dilimize akla zarar küfürler geliyordu ama onu dillendirecek gücümüz yoktu. Korkuyorduk hepimiz, tuhaf şeytansı akışlar arasında ezilip kahır oluyorduk. Sesimizde bir küfür açık seçik gecenin soğuğuna karışıyordu. Gözlerimizde isyan, ne kadar ölürsek o kadar siyahtı o gece.
Dışarıda köpek havlamaları, kimisinin dilinde dua, kimsinin dilinde beddua, kimisinin de aklında geçen tonlarca küfür, dışarıda sığınak arayan kedilerin miyavlamaları aynı kaderi paylaşıyorduk.
Her an biriyle göz göze geliyorduk buğulanan gözlerinde fethedilmiş bir yalnızlık sinmişti. İçinde henüz öldürülmeyen çocukluğu yapayalnızdı. Adını bilmediği bir karanlıkta kaybolmak üzereydi. Korku ve soğuk iliklerine kadar işlenmişti. İçindeki çocuksu isyanı bastırmaya çalışıyordu. Fakat dudaklarının titremesi bunu başaramayacağını gösteriyordu. Başlıyordu hıçkırarak ağlamaya.
Dışarıda devriye dolaşan ‘’postal’’ları görünce tren kalkmak üzere endişesi karanlık gibi çöküyordu üstümüze.
Siyah bir karanlık daha düştü geceye, bozuk yollarda dolaşan karaltılar halen bir umuttu bizim için. Her şeye rağmen korku, endişe, umutsuzluk, hor görülme, kahrolma, buna benzer gelip gitmeler ikinci gününde olmamıza rağmen açlığa karşı savunma sistemimiz yenik düşmüştü. İçinde çıkılmaz bir sorundu. Ellerimizle karnımızı ovuşturuyorduk. Uyanıyordu kâbus gibi açlık. Dışarıda gelen ailelerimizin yemek, ekmek verme istekleri geri çevriliyordu. Sadece bir ekmeğe izin veriliyordu. O gelen ekmek zaten 30’u aşkın kişiye yetmiyordu. Ağır kış koşullarından haberi olmayan aileler çoğunluktaydı. İçimizdeki çocukların dayanma güçleri daha zayıftı.
Bir çocuk işte elinde ekmeğini alırsan başlar zırlamaya. Istırap bu, beynine bir şarjör boşaltmaya gerek yok. Hala çocuk, hala umutları var içinde, her ne kadar dışarıdaki donmuş buz gibi kalınlaşmışsa. Hani çocuğu dışarı çıkarsan bir daha seni buralarda görmeyeyim dersen başlar koşmaya tövbe eder, bir daha görmezsin onu. Geleceğini kurmak için didinen bu çocuğun kalemini kırarsan içindeki canavarı uyandırmaktan öteye gidemeyecek. İşte tükürüğe boğuyorsun çocuğu şeytanı ne kadar fikirler varsa içine akıtıyorsun böylelikle.
Zihniyet şu; çocukları vurmalıyız. Evet vurmalıyız. Vurmalıyız ki içlerindeki masumiyetleri ile birlikte ölsünler. Evet, çocukları suçluya boğmalıyız. İçlerindeki sevgi çiçeklerini hepsini ‘’postal’’ların altında ezmeliyiz. Ola ki değiştiremiyorsun yaşını büyült bir şafak vakti yağlı ilmiye çekelim. Ta ki bu çocuk çocukluğunu unutana kadar. Az kin, az nefret al sana geleceğin çocuğu. Bağır çağır, vur, kır, hadi kalk bir sigara uzat efkârını dağıtsın. Yok! Yok! Olmadı vur gözünün üstüne dünyayı şaşı görsün…
Soğuktan, dar alandan, endişeden, düşünce yetimizi kaybetmiştik. Tüm beyin hamlelerimiz tükendi. Hiçbir hamle işe yaramıyordu. Neresinde vursan neresinden kırsan, neresinden kılıcını sallasan olmuyordu. Hep mat, hep mat, hep mat oluyorduk. İnsan adaletinin hayvani arsızlığı altında eziliyorsun işte! Korkudan çatlamış dudakları titriyor, parmaklarını nefesiyle ısıtmaya çalışıyordu. Modern çağın insani olmayan muamelesi görülüyordu.
Gece de soğuk gittikçe bedenimize sindi. Uzaktan ta uzaklarda köpek havlamaları duyuluyordu. Ayakları ıslak zeminde donma noktasına gelenleri tek ranzaya alıp onları sakinleştirmeye çalışıyorduk. Ayakta dayanamayıp yere çömelmek zorunda kalanları teskin etmek başlı başına zorlaşmıştı…
‘’Sistem buydu aslında hepsi bunca yalanın arkasına sığınıp ustura gibi keskin soğuğun altında donduruluyorduk. Onlarca göz bebeği korkudan büyümüş hayatımızın ezeli mağlubiyetini yaşıyorduk..
Ülkeyi en az elli yıl geriye götüren ‘’darbe’’ydi. Bu tablonun gerçek olduğunu kabul etsek bile, yinede insanlığı bu karanlık dönemden çıkarıp, daha sonraki yüzyılların aydınlığına götürecek birikim sağlanamayacaktı. Bu en az ölüm gibi gerçek ve ölüm gibi karanlıktır.
İkinci günün akşamı bizi şartlı bıraktılar. Bırakmadan önce hepimizin ifadelerini aldılar parmaklarımız koklandı. (barut kokusu için) Parmak izlerimiz alındı. Faili meşhul olan ya da belli olan bir olayın günahını çocuk-gençlere ödetildi. İki günlük eziyet, işkence ya da adını siz koyun hayatımız üzerinde derin iz bıraktı. Danaya vurulan damga gibi izi hep kaldı.
O günden sonra ilçenin mülki ‘’amir’’lerine gördükleri her yerde selam verilecekti! Kaymakam, savcı, hâkim yani kısacası hükümet konağı binasında çalışan herkese. Doğrusu savcı ile ilk buluşmamızda pek başarılı olamamıştım. Selam verirken buzdan kaymış, savcının ayaklarının dibine düşmüştüm.
Ne oldu dersiniz birçok arkadaşımız hayata ve okula olan şevkleri kırıldı. Sistemin kurbanı oldular. Postalların altından ezilmiş yaralarını tedavi edemediler! Nezarette dayak yiyen arkadaşımızdan biri lise son sınıf öğrenciydi, okul bittikten sonra, üstüne benzin döküp kendin yaktı. ‘’Yediği copların hesabını hiç kimse veremedi’’(!) Bir arkadaşımız Ankilozan spondilit (AS ağrılı, ilerleyici bir romatizmalı hastalık) hastalığına yakalandı, vücudundaki bağışıklık sistemi çöktü.
Hayatın acımasızlığı içinde yaşıyorsun. Bu huzursuzluk beni, seni, herkesi bunaltıyor. Kulaklarım işkence görenlerin çığlıklarıyla çınlıyor. Kim için, ne için hangi kahrolası emeller için insanların etinin yaralanıp ezilişini, ruhların gururlu gövdelerden vahşice çekilip koparıldığını görebiliyorsun. Biz zavallı insanlar, kendi sonlarımıza işte böyle ulaşıyor, dünyaya sonsuz barışı ve mutluluğu, katliamla ve yok ederek getirmeye çabalıyoruz.
YORUMLAR
DİGORRRRRRRRRRR!!!!!
Bu neeeeeeee? Cesaret bulup okuyunca yorum yazacağım......
Onlar, "postal" denen kayanın altında ezilmeden önce; bu vatana hayırlı evlat olabilecek gencecik yiğittiler. Onlar her şeydiler. Onlar, onlar bizim ağabeylerimiz, dayılarımız, efelerimizdiler. Onlar...
Dı'lar, di'ler işte. O zamanlardılar. Şimdi ne haldeler bu ana kuzuları ? Bu insanların ölen iyi duygularının katilleri şimdi neredeler, yaşayanlar verebilecekler mi tüm bunların hesabını ?
Onlar sadece çocuktular, çocuk, çocuk.
Çok şey söylemek geliyor içimden, çok şey anlatmak... Dökülen kanların vebali büyük, yıkılan umutların, tüketilen gençliğin, alınan canların bedeli ağır.
Bu suçların suçlularının ölüsü bile, suçlarının karşılığını ödemeye yetmez !!!
Unutmayalım bu zamanları, unutturmayalım; gençlerimiz hatırlasınlar, hatırlatsınlar nesilden nesile. "Yüzyılın utancı" alnımızda kalacak bu kan lekeleri... Aynı hataların tekrarlanmaması adına, birilerinin ders alması adına unutmayalım. Ders al, ders aldır !
Bir gün, biliyorum bir gün gelecektir umut ettiğimiz insanlık, yaşam. Bir gün bavullar yerinde kalacak, arayışlar son bulacaktır biliyorum. Cehaletimizin bedelini yorgun bedenlerimiz ödemeyecek biliyorum.
Ölmeden göreceğim o günleri, biliyorum... Umut ediyorum...
Yaşanmışlıklarını dile getirişin yalındı Digor, yalın ve acı. Acılarınızla karışan sidik kokusu, duyularıma kadar ilişti. Kötüyüm, mundarım şu an.. Kusmak istiyorum birilerinin yüzüne.
Daha önce bu kadar etkilenmemiştim, hatıralarım canlandı... Büyüklerimizin gözü yaşlı anlattıkları, hırlayan seslerindeki diyaloglar geldi gözümün önüne...
...
Zamanında sırtıma yediğim ve hatırladıkça ağrısını hissettiğim jop aklıma geldi. Lise son zamanıydı, Taksim'de anma etkinliğine katılmıştık bazı öğretmenlerimizle. Ne olduysa ondan sonra oldu, bir anda ortalık karıştı, karıştırıldı. Nerden geldiğini bilmediğim ve zaten getirenin de gözü kapalı getirdiğini düşündüğüm jop hala bir yaradır içimde. Orantısız gücün kurbanı olduk :) Pek paylaşmamıştım bunu kimseyle, geri kalanı da var ama konuya konu katmak istemiyorum şu an...
Anmalara müdahalelere rağmen, yılmak yok !!
Emeğine, yüreğine sağlık. Yeniden hatırlamak, hatırlatmak adına her şey bizim için, çocuklarımız için, çocuklarımızın çocukları için, neslimizin devamı için...
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi...
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mum ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık...
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşında kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce, kolumuzu omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da, otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz...
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutama bizi...
Bağımsızlık Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...
Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, prangalar vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.
Asıldık ey halkım, unutma bizi...
Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile, karşısındakilere bağırmamış insanların önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...
Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz hepimizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi...
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...
Uğur Mumcu
O YILLARI EN GÜZEL ANLATAN SESLENİŞ...BAŞKA BİR ŞEY YAZMAYA GEREK VARMI..
Evet sevgili DİGOR, okurken film şeridi gibi geçti o dönemde yaşananlar ve yaşadıklarım.
Harf harf satır satır kendimi buldum yazdıklarında.
Söylenecek o kadar çok şey varki hatırladıkça diken diken oluyo tüylerim.
Bin yılda geçse unutturamayacaklar zalimin zulmünü.
Nazımın dizesi özetliyo belkide içimdeki volkanı.
PİŞMAN DEĞİLİM YAŞADIKLARIMDAN.
ÖFKEM BELKİDE YAŞAYAMADIKLARIMDAN.
Emeğine Yüreğine sağlık sevgili DİGOR.
SEVGİLİ DİGOR.....
12 Eylül : Bir dönemin , o dönemde yaşayan bir neslin her bir hücresinde derin izler bırakan, hala tamir edilmez acılarıyla anımsanan acılı yıllar...
Genç, yaşlı , kadın, çocuk demeden kimseyi es gecmeyen zalim yıllar..
Tam tamına üstünden 31 yıl geçti..Unuttukmu? Unutabildikmi? Acıları hala taze, hala dün yaşanmış gibi .....
Bizi aldın o yıllara götürdün yine , yüreklerimizi dağladın ; yaralarımıza tuz biber ektin..
Eline , yüreğine sağlık.....