Kıvamsız düşünceler…
12 Ocak 2013, 12.50 A- A+
Dikkat ettiniz mi bilmem; özellikle tv’lerde, insanlar karşılarındaki insanlara hep “istemek” fiiliyle karşılık veriyorlar, temennilerini iletiyorlar. Anlaşılabilmesi için somutlaştıcı örnek vereyim. Mesela; “ben size teşekkür etmek istiyorum” diyorlar. “Teşekkürler” veya “teşekkür ediyorum” değil, teşekkür etmek istiyorum”… Ölen birinin ardından rahmet mi dileyecekler sözgelimi… “Ben ölene Allah’tan rahmet, yakınlarına sabır dilemek istiyorum” diyorlar. Oysa, etmeyi istemek, etmek değildir. Dilemeyi istemek, dilemek değildir. Sadece istemektir. Arzunun, niyetin, düşüncenin, eylem planına geçmemesidir, gerçekleşmemesidir. “Özellikle tv kameraları karşısında” dedim. Bunun da bir anlamı var. İnsanlar kameralar karşısında, hep olduklarından daha çok ağırbaşlı, ciddi, tertipli olma ihtiyacı duyarlar. Bu durumda, kurdukları cümlelerin daha muntazam ve berrak, düşüncelerinin daha iyi niyetli olması gerekir / beklenir. Bu beklentinin farkında oldukları için, kendilerini o şekilde düzenlemeye, sözlerini bu farkında oluşa uygun ayarlamaya çalışırlar. Bu durumda, tv karşısındaki sözleri böyle olanların, günlük hayatta nasıl olabileceklerini düşünmek bile yürek kanatıcı…
Tv’den sözetmişken… Bir olay yerinden, örneğin, çok kar yağışının olduğu bir mahalden veya bir kaza mahallinden aktarım yapan muhabirlere dikkat ettiniz mi hiç? Kurdukları cümlelerde “nokta” yoktur. Türkçe’de, kurulan bir cümlenin nokta olması gereken yerinde bir an durulur, belki bir nefes alınır, söze devam edilir. Ama bizim muhabirlerin cümlelerinde nokta yoktur. Arkalarından bir kovalayan varmış gibi, cümlelerin nokta içerdiği yerde değil, nefeslerinin tükendiği yerde duraklar, nefes alırlar. Noktanın olmadığı bir cümlede, virgül aranması ise beyhude bir çabadır. Çok da garipsememek gerekir bu muhabirleri. Biz, güzelim Türkçe’mizde, imla kurallarını, noktalama işaretlerini katledeli çok zaman oldu. Yazı yazarken kullanmadığımızı, konuşurken kullanmamız yaman bir çelişki olurdu zaten.
Tv’den sözetmişken… Tv bir görsel medya aracı malum. Görsel medya gazete-dergiyi de içerir. Bir zamanlar, bugün çok satan bir gazeteyi kurmak isteyen bir işadamı; “ben kuracağım bu gazete ile fikri idam edeceğim” demiş. Fikri idam etmek nasıl olur peki? Kendisi de açıklamış ya, biz de yardımcı olalım; fikir yazılarını olabildiğince azaltırsınız, buna karşılık popüler kültür, yoz kültür ile ilgili haber ve yazılara ağırlık verirsiniz ve buna paralel olarak, magazinsel resim olayını hayli abartırsınız, olur biter. Öyle de yapmış. Peki sizce, bu adam istediğini gerçekleştirmiş mi? Bence evet… Bunu anlamak için gazete ve tv’lere bakmak yeterli.
Biliyor musunuz? Türkçe, dünyanın sayılı zengin dilleri arasındadır. TDK’ya göre 111 bin küsur kelime vardır Türkçe’de... Kamus-i Türki, Türkçe’de 29 bin kelime olduğunu, bunun 11 bininin tamamen Tükçe olduğunu söyler. Öyle ya da böyle, zengin bir dilimiz var. Peki biz, günümüzde kaç bin kelime ile konuşuyoruz? Bin kelime de neyin nesi yahuJ)) Biz günlük hayatımızda, tamı tamına 300-500 kelimeyle anlatıyoruz meramımızı… Ne korkunç değil mi?
Önce kelimelerimiz unutturuldu bize, onları hoyratça dil çöplüğüne attık. Unutabilmemiz için de, yeni “sözcükler” peydahlatıldı. Şair ne güzel ifade etmiş, bu unutturulma çabasını; “Ana doğuraçtır, baba doğurgaç”… Unuttuğumuz güzelim kelimeleri, zaman zaman şurdan burdan duyduğumuz zaman, anlamını dahi kavrayamadan, kavrama zahmetine bile katlanmadan, sırf “süslü kelime kullanma sevdası” uğruna kullanayım dediğimizde ise, yanlış yerde ve yanlış anlam yükleyerek kullandık, gülünç duruma düştük. Örnek mi istiyorsunuz, buyrun; burda, gamyunda, kiralık salonda bir op, bir useri yasaklama gerekçesine aynen şunu yazmış; “taviz etmek”… Taviz etmek diye bir deyim yoktur Türkçe’de.” Taviz vermek” vardır. Taviz vermek ise, ödün vermek demektir. Sizce bu bir yasaklama gerekçesi olabilir mi? Olamaz değil mi? Peki sizce bu op aslında ne demek istedi? “Taciz etmek” dediğinizi duyar gibiyimJ)) Devam edelim, peki sonra? Sonra, kısıtlı sayıda kelimeden kurduğumuz cümlelerde, noktalama işaretlerini uğurladık, ardından el sallayarak. Sonra… Sonra, kurabildiğimiz cümlelerin içi boşaldı, anlamsızlaştı. Kurabildiğimiz cümleler, boş söz dizilerinden ibaret kaldı. İnce fikirden, güzellikten, söz sanatından yoksun… En nihayetinde, cümle de kuramaz olduk. Kurduğumuzu sandığımız cümlelerde, özne-yüklem ilişkisi öldü. Özne başka tarafa, yüklem başka tarafa bakar oldu. Noktalama işaretlerinden çoktan soyutlanmış olan cümlelerimiz, “cümle” demeye bile bin şahit ister hale geldi. Biz ise, karşımızdakine, kameralara veya önümüzdeki kar beyaz kağıda doğru gerinerek, inci-mercan dizer gibi, kelimeler dizdiğimizi sandık.
Sizce… Kimler gülüyor halimize, kimler ağlıyor halimize?
Tv’den sözetmişken… Bir olay yerinden, örneğin, çok kar yağışının olduğu bir mahalden veya bir kaza mahallinden aktarım yapan muhabirlere dikkat ettiniz mi hiç? Kurdukları cümlelerde “nokta” yoktur. Türkçe’de, kurulan bir cümlenin nokta olması gereken yerinde bir an durulur, belki bir nefes alınır, söze devam edilir. Ama bizim muhabirlerin cümlelerinde nokta yoktur. Arkalarından bir kovalayan varmış gibi, cümlelerin nokta içerdiği yerde değil, nefeslerinin tükendiği yerde duraklar, nefes alırlar. Noktanın olmadığı bir cümlede, virgül aranması ise beyhude bir çabadır. Çok da garipsememek gerekir bu muhabirleri. Biz, güzelim Türkçe’mizde, imla kurallarını, noktalama işaretlerini katledeli çok zaman oldu. Yazı yazarken kullanmadığımızı, konuşurken kullanmamız yaman bir çelişki olurdu zaten.
Tv’den sözetmişken… Tv bir görsel medya aracı malum. Görsel medya gazete-dergiyi de içerir. Bir zamanlar, bugün çok satan bir gazeteyi kurmak isteyen bir işadamı; “ben kuracağım bu gazete ile fikri idam edeceğim” demiş. Fikri idam etmek nasıl olur peki? Kendisi de açıklamış ya, biz de yardımcı olalım; fikir yazılarını olabildiğince azaltırsınız, buna karşılık popüler kültür, yoz kültür ile ilgili haber ve yazılara ağırlık verirsiniz ve buna paralel olarak, magazinsel resim olayını hayli abartırsınız, olur biter. Öyle de yapmış. Peki sizce, bu adam istediğini gerçekleştirmiş mi? Bence evet… Bunu anlamak için gazete ve tv’lere bakmak yeterli.
Biliyor musunuz? Türkçe, dünyanın sayılı zengin dilleri arasındadır. TDK’ya göre 111 bin küsur kelime vardır Türkçe’de... Kamus-i Türki, Türkçe’de 29 bin kelime olduğunu, bunun 11 bininin tamamen Tükçe olduğunu söyler. Öyle ya da böyle, zengin bir dilimiz var. Peki biz, günümüzde kaç bin kelime ile konuşuyoruz? Bin kelime de neyin nesi yahuJ)) Biz günlük hayatımızda, tamı tamına 300-500 kelimeyle anlatıyoruz meramımızı… Ne korkunç değil mi?
Önce kelimelerimiz unutturuldu bize, onları hoyratça dil çöplüğüne attık. Unutabilmemiz için de, yeni “sözcükler” peydahlatıldı. Şair ne güzel ifade etmiş, bu unutturulma çabasını; “Ana doğuraçtır, baba doğurgaç”… Unuttuğumuz güzelim kelimeleri, zaman zaman şurdan burdan duyduğumuz zaman, anlamını dahi kavrayamadan, kavrama zahmetine bile katlanmadan, sırf “süslü kelime kullanma sevdası” uğruna kullanayım dediğimizde ise, yanlış yerde ve yanlış anlam yükleyerek kullandık, gülünç duruma düştük. Örnek mi istiyorsunuz, buyrun; burda, gamyunda, kiralık salonda bir op, bir useri yasaklama gerekçesine aynen şunu yazmış; “taviz etmek”… Taviz etmek diye bir deyim yoktur Türkçe’de.” Taviz vermek” vardır. Taviz vermek ise, ödün vermek demektir. Sizce bu bir yasaklama gerekçesi olabilir mi? Olamaz değil mi? Peki sizce bu op aslında ne demek istedi? “Taciz etmek” dediğinizi duyar gibiyimJ)) Devam edelim, peki sonra? Sonra, kısıtlı sayıda kelimeden kurduğumuz cümlelerde, noktalama işaretlerini uğurladık, ardından el sallayarak. Sonra… Sonra, kurabildiğimiz cümlelerin içi boşaldı, anlamsızlaştı. Kurabildiğimiz cümleler, boş söz dizilerinden ibaret kaldı. İnce fikirden, güzellikten, söz sanatından yoksun… En nihayetinde, cümle de kuramaz olduk. Kurduğumuzu sandığımız cümlelerde, özne-yüklem ilişkisi öldü. Özne başka tarafa, yüklem başka tarafa bakar oldu. Noktalama işaretlerinden çoktan soyutlanmış olan cümlelerimiz, “cümle” demeye bile bin şahit ister hale geldi. Biz ise, karşımızdakine, kameralara veya önümüzdeki kar beyaz kağıda doğru gerinerek, inci-mercan dizer gibi, kelimeler dizdiğimizi sandık.
Sizce… Kimler gülüyor halimize, kimler ağlıyor halimize?
YORUMLAR
Son paragrafa kadar keyifle okudum yazınızı. Çok haklıydınız. Ama burada ki bir durumu anlatırken kullandığınız tek bir kelime, yazdıklarınızı daha bitirmeden en başa döndürdü beni. Hakikaten fena halde a-lış-tı-rıl-mı-şız..Kelimenin ne olduğunu söylemiycem. En iyisi yazdıklarınızı bir daha okuyun:)