O ŞEY.......
09 Nisan 2013, 08.24 A- A+
Sarıya doğmuştum. Sarı çizgilerden gidip, kırmızılardan dönmem gerekiyordu. Bütün ömrüm bu iki renkte ve bu iki renk aralığına denk düşen zaman diliminde geçecekti. Zemin kaygan ve kasissiz, hava sıcak ve güneşliydi. Sevdiği adamın boynunda dinlenen güzel bir kadının pürüzsüz teniydim. O kadar hassas, pırıl pırıl ve korunmasız..
Katilim olduğunu sonradan öğreneceğim o şey, bana her dokunduğunda ürperiyordum. Bazen gıdıklanıyor, bazen değişik bir hazla kendimden geçiyordum. O zamanlarda bütünüyle hapsediyordu beni kendisine...kıpırdayamıyordum. Ilık ılık içine işliyordu tadım. Nefes almak için biraz duraklıyor, sonra yine tümüyle kavrıyordu beni...her tarafımdan ve her tarafıyla..
Daha hoyratça sömürülmeye başlanmamıştım. Yolun başındayken, sarının neşesinde hoplaya zıplaya yürüyordum. Ama bir his vardı beni rahatsız eden; sanki o şey tarafından sürekli aşındırılıyordum. Soğurulmak gibi buharlaşmak gibiydi. Tozlarım havada uçuşmuyordu, parçalarım dağılıp bir yerlere düşmüyordu. Öyle bir yitirilmişlik değildi bu..sinsiydi. Bir şekilde eksildiğimi hissediyor, eriyor, başka bir sıvıyla karışıp öylece kayboluyordum.
Beyaz kayalara çarpıyordum savrula savrula. Çarpışmadan çıkan sesle beynim zonkluyor, kulaklarım sağır oluyordu bu gürültüden. Bunu yaşamaktansa, razıydım azar azar yok olmaya. Üstelik riskliydi bu..her an parçalanabilirdim. Ne yaz güneşim kalırdı o vakit yaşanacak, ne de kırmızı bir tan kızıllığım. Tam olarak bilememekle beraber, sonumu az çok hissediyordum. İyimserliğe tutunacak en ufacık bir dalım bile yoktu. Kavramıştı beni çünkü..bırakmıyordu. Amacı yok etmekti belli ki..tüketmekti.
Yollarım kaybolmuştu artık. Bir hipermetropun, yakından bakınca görebileceği görme kusuru ayarındaydı çizgilerim. Eskimiş, flulaşmıştı. Bu görüş kabiliyetindeydi aldığım mesafe de.. Sarı ve kırmızı birbirine girmişti. Doğru şeritte kalabilmem mucizeydi, sağım solum uçurumlarla doluydu. Tekinsizdi dönüş yolları.
Varlığımı sürdürebilmek için direnemiyordum. Büyük, hoyrat bir et yığını tarafından yağmalanıyordum. Dengeyi tutturmak zorunda olan, tel üzerindeki akrobat gibiydim. Omurgam elinde tuttuğu denge çubuğuna benziyordu. O da olmasa çoktan yitip gitmiştim zaten. Sağa sola kıvrılıyor, zar zor dengemi bulabiliyordum. "Yok edici" koymuştum bu beyaz kayalarla kaplı, büyük et yığınının adını. Duru durağı yoktu, sabrı vicdanı yoktu. Kastı canımaydı...anlıyordum.
Saydamlaştığımı hissediyordum. Kırmızı rengim, ben inceldikçe daha çok gözümü alıyordu. Sarısı neredeyse yok olmuş kırmızı saydamlığımın arkasından, belli belirsiz görüntüler ilişiyordu gözüme. Korku filmlerinden fırlamış sahneler gibiydiler. Akıbetimi gösteriyorlardı sanki bana.
Tükenmiştim..beyaz kayalara her çarpışımda, sağımdan solumdan bir yerlerimi kaybeder olmuştum. Kenarlarım eğri büğrü olmuş, mükemmel hatlarım kaybolmuştu. Ucubeye dönmüştüm iyiden iyiye.. Arada bir kendimden kopan parçalarla karşılaşıyor, yabancılaşıyor, bana ait olmayan bir şeylere bakarmış gibi bakıyordum onlara.
Bu son darbe çok canımı yakmıştı. Ölümcül kayalar, omurgamın hemen kenarında birbirlerine kenetlenmişlerdi. Omurgam benden kopmuş, artık göremediğim başka bir yerlerde kaybolmuştu. Tamamen dengemi kaybetmiş, ağır bir vertigoya tutulmuştum. Öğütülüyor, darmadağın ediliyordum. Çok yanmıştı canım. Dönüşsüz, yegane ömrüm nihayetlenmişti.
Görebildiğim son görüntü; yine o büyük et yığını, hoyratça beni paramparça eden beyaz kayalar, kanayan kırmızılığım ve arada gözüme çarpan gün ışığıydı. Ben gittikten sonra, hiçbir işe yaramayacak olan omurgamı da çöpe attılar sanıyorum. Artık işlevini tamamlamış, küçük, değersiz bir plastik parçasıydı ne de olsa.
Katilim olduğunu sonradan öğreneceğim o şey, bana her dokunduğunda ürperiyordum. Bazen gıdıklanıyor, bazen değişik bir hazla kendimden geçiyordum. O zamanlarda bütünüyle hapsediyordu beni kendisine...kıpırdayamıyordum. Ilık ılık içine işliyordu tadım. Nefes almak için biraz duraklıyor, sonra yine tümüyle kavrıyordu beni...her tarafımdan ve her tarafıyla..
Daha hoyratça sömürülmeye başlanmamıştım. Yolun başındayken, sarının neşesinde hoplaya zıplaya yürüyordum. Ama bir his vardı beni rahatsız eden; sanki o şey tarafından sürekli aşındırılıyordum. Soğurulmak gibi buharlaşmak gibiydi. Tozlarım havada uçuşmuyordu, parçalarım dağılıp bir yerlere düşmüyordu. Öyle bir yitirilmişlik değildi bu..sinsiydi. Bir şekilde eksildiğimi hissediyor, eriyor, başka bir sıvıyla karışıp öylece kayboluyordum.
Beyaz kayalara çarpıyordum savrula savrula. Çarpışmadan çıkan sesle beynim zonkluyor, kulaklarım sağır oluyordu bu gürültüden. Bunu yaşamaktansa, razıydım azar azar yok olmaya. Üstelik riskliydi bu..her an parçalanabilirdim. Ne yaz güneşim kalırdı o vakit yaşanacak, ne de kırmızı bir tan kızıllığım. Tam olarak bilememekle beraber, sonumu az çok hissediyordum. İyimserliğe tutunacak en ufacık bir dalım bile yoktu. Kavramıştı beni çünkü..bırakmıyordu. Amacı yok etmekti belli ki..tüketmekti.
Yollarım kaybolmuştu artık. Bir hipermetropun, yakından bakınca görebileceği görme kusuru ayarındaydı çizgilerim. Eskimiş, flulaşmıştı. Bu görüş kabiliyetindeydi aldığım mesafe de.. Sarı ve kırmızı birbirine girmişti. Doğru şeritte kalabilmem mucizeydi, sağım solum uçurumlarla doluydu. Tekinsizdi dönüş yolları.
Varlığımı sürdürebilmek için direnemiyordum. Büyük, hoyrat bir et yığını tarafından yağmalanıyordum. Dengeyi tutturmak zorunda olan, tel üzerindeki akrobat gibiydim. Omurgam elinde tuttuğu denge çubuğuna benziyordu. O da olmasa çoktan yitip gitmiştim zaten. Sağa sola kıvrılıyor, zar zor dengemi bulabiliyordum. "Yok edici" koymuştum bu beyaz kayalarla kaplı, büyük et yığınının adını. Duru durağı yoktu, sabrı vicdanı yoktu. Kastı canımaydı...anlıyordum.
Saydamlaştığımı hissediyordum. Kırmızı rengim, ben inceldikçe daha çok gözümü alıyordu. Sarısı neredeyse yok olmuş kırmızı saydamlığımın arkasından, belli belirsiz görüntüler ilişiyordu gözüme. Korku filmlerinden fırlamış sahneler gibiydiler. Akıbetimi gösteriyorlardı sanki bana.
Tükenmiştim..beyaz kayalara her çarpışımda, sağımdan solumdan bir yerlerimi kaybeder olmuştum. Kenarlarım eğri büğrü olmuş, mükemmel hatlarım kaybolmuştu. Ucubeye dönmüştüm iyiden iyiye.. Arada bir kendimden kopan parçalarla karşılaşıyor, yabancılaşıyor, bana ait olmayan bir şeylere bakarmış gibi bakıyordum onlara.
Bu son darbe çok canımı yakmıştı. Ölümcül kayalar, omurgamın hemen kenarında birbirlerine kenetlenmişlerdi. Omurgam benden kopmuş, artık göremediğim başka bir yerlerde kaybolmuştu. Tamamen dengemi kaybetmiş, ağır bir vertigoya tutulmuştum. Öğütülüyor, darmadağın ediliyordum. Çok yanmıştı canım. Dönüşsüz, yegane ömrüm nihayetlenmişti.
Görebildiğim son görüntü; yine o büyük et yığını, hoyratça beni paramparça eden beyaz kayalar, kanayan kırmızılığım ve arada gözüme çarpan gün ışığıydı. Ben gittikten sonra, hiçbir işe yaramayacak olan omurgamı da çöpe attılar sanıyorum. Artık işlevini tamamlamış, küçük, değersiz bir plastik parçasıydı ne de olsa.
YORUMLAR
Cezbe cim ..Ciddi ciddi yaziyorum bu sefer , cok begendim ..Icinde sakladigin tüm gizlerle beraber ..Bu tip yazilari hep cok sevmisimdir nedense ..Bazen apacik söylesen , hatta gözüne gözüne soksan , empoze etmek icin hatta kabagüce bile bas vursan ..Bu kadar etkili olmayacagini bildigimden sanirim ...Cok tatlisin cooook :)
O şey her ne ise ben onun mentollü olanını çok seviyorum. Hani o beyaz kayalara çarptığında bir yerleri kayboluyor ya...Beyaz kayalarda da aşınma oluyor:) Ve aşınmanın da geri dönüşümü yok. O yüzden o sarı-kırmızı şekeri duygusala bağlayıp, kayaların ileride çekeceği ağrı, sızı ve renk değişimini de es geçmeyelim. Bence kayalara daha çok acıyalım. Eğer o beyaz kayalara dikkat etmezsek, iyi bakmazsak onların takma olanlarına bakmak zorunda kalırız:)
Çok beğendim. Tebrikler..
:) Bilge sen iyice sıyırdın. Aklına gelene bak :Ddddd gerçi hani öbür versiyonda aklına gelebilirdi o bayrak bak :) Yok yüzeysellik değil, kafa başka çalışıyo sende.
CeZbE