Omuz Omuza...
19 Nisan 2013, 08.47 A- A+
Ne de güzel, ne de anlamlı bir deyimdir "omuz omuza" özünde.. Buram buram "dayanışma" kokar.. Ama aslında... Kendimize îtirâf etmemiz gereken gerçek şudur ki kendimizde gerekli gücü hissetmediğimiz anda sığınacağımız limandır bir başkasının omzu.. Bu arada, bu ses düşmesini ilerleyen cümlelerde göremezseniz şaşırmayın; dikkat çekmektir tek amaç.. Neyse...
Bir İstanbul'lu olarak bende pek bu tip çağrışımları olduğunu söyleyemem "omuz omuza"nın.. Büyük bölümünü evin dışında geçirdiğim günlerden örnek verecek olursam:
Evden adımımı dışarı atar atmaz gerilim filminin ilk sahnesinde bulurum kendimi bir anda.. Yaşadığım muhitte on yedinci senem olmasına rağmen "hey dostum, bu kasabada yabancıları hiç sevmeyiz" tadında bakışların hedefiyimdir yürüyüş eylemim boyunca.. Bildiğinden şaşmayan ve bildiği yoldan ayrılmayan mizâcım tüm kötü enerjiye karşı bir "kalkan" niteliğindedir.. Önüme bakarım umursamazca; gördüğüm tek şey gideceğim yoldur.. O yolda karşıma çıkan hiçbir engeli görmem, görsem de tanımam, tanısam da sallamam.. Belki yalnızca sokak köpekleri... İnsanı bâzen fazlasıyla tedirgin edebiliyorlar.. Neyse...
Bu saydığım özelliklerimin hiçbiri, köprüde karşılaşan iki keçiden biri olmamı gerektirmediği için ben genelde insanlığımdan tâviz vermek yerine güzergâhıma rast gelen insanlara yol vermeyi seçerim.. Bu noktada insanımızın verdiği iki farklı tepki de beni aynı ikilemde bırakır.. Birincisi; bana yol vermek için karşımdaki insanın da benle aynı yöne çekilmesi... İkincisi de yol vermemek adına üstüme üstüme gelmesi... İlk davranışa karşılık gelen tereddütüm kısa sürer.. "Lütfen buyrun" der ve geçerim.. İkincisi ise çoktan benim ar damarıma basmıştır.. Araba sürmeyi eskazâ bilen ben, boştaki vitesi bire taktığım gibi son gaz üstüne sürerim ve "omuz omuza" sertçe bir temastan sonra yoluma devâm ederim.. O andan sonra kulaklarım, evimin kapısını çalmayan bütün kötü söz ve hakâretlere kapalıdır.. Çünkü söylediği eylemleri yapabilecek cesâreti olan kişi uzaktan seslendirmek yerine direkt eylemde bulunur.. Bu ilk heyecandır benim için, ama aslâ son değildir.. Film daha yeni başlıyor..
Toplu taşıma... Durak girişleri gerilimin iyiden iyiye yükseldiği yerlerdir benim için.. Önlü arkalı yürümeyi okul gezisine çıkmış öğrencilere mahsus bir hareket zanneden yurdum insanı, "omuz omuza" verip tüm yürüyüş alanlarını yaya trafiğine kapatmaktadır istisnâsız.. Bu durumda yine iki seçenek çıkar önüme; ya kibarca ricâ edip yolun açılmasını sağlayacağım ya da bir panzer edâsıyla önümdeki barikatı aşacağım.. Her ne kadar sinirli ve kaba bir yapım olsa da seçeneğim her zaman ilkidir.. Ama... Eğer ricâma "duymazdan gelmek" gibi bir tepki verilirse... Zorunlu olarak ikinci şıkka yönelir ve ikinci "omuz omuza" temasla birlikte istasyona ya da durağa girişimi yaparım.. Genelde arkamdan söylenen şu olur: Önüne baksana!! Bunu diyenin o an düşünmediği çok önemli birşey var ki eğer önüme bakmamış olsaydım aralarından değil direkt üzerlerinden geçmem gerekirdi.. Sonuçta panzeriz ya...
Sık kullandığım rotaya göre bineceğim ilk araç genelde tramvay olur.. İstasyondaki gerilim sebebim ise az önce yaşadığım aksiyon değil, ben turnikeden geçene kadar tramvayın gitmesi ihtimâlidir.. Ve şanssız bir insan olduğum için genelde az önce hareket eden tramvayın sesine ancak yetişirim.. Kulaklıkla müzik dinliyor olmama rağmen kulaklarımın asıl odak noktası raylardan gelecek sestir.. Küçükken, trenin tekerlekleriyle ray arasında bozuk para ezdirip mutlu olabildiğimiz günlerden kalma bir alışkanlık işte... Sanki aracın gelişini en önce fark edeni tebrik edeceklermişçesine... Ve bir takıntımdır; durağın hangi ucunda bekleyeceğimi, ineceğim durakta ne taraftan çıkacağıma göre belirlerim.. Kendimce zamandan tasarruf belki.. "Birkaç sâniyeden n'olacak?" diyenler varsa eğer çok değil, iki sâniyelik yürüyüş yolu önünde birbirine giren araçlara bakıp şükretmiş biri var karşınızda.. "Kenar mahâlle" denebilecek bir bölgede oturduğumuz için tramvay genelde şehrin civcivli taraflarına doğru ilgiyle kaçışan insanlarla dolu olur.. Ama en kalabalık tramvayın bile yarışamayacağı bir diğer toplu taşıma aracına doğru yol almaktayımdır.. Bu gerçeği anımsayınca sabrın yerini şükür alır..
Metrobüs... Hemşehrilerim iyi bilirler ama İstanbul'da yaşamayanlar için kısaca anlatayım.. Hani belli bir yaşın üstündeki insanlar hep şikâyet eder ya "telefondu internetti hep koptuk, apartımanlar siteler komşuluğu bitirdi, insanlar sohbet etmiyor, eskiden öyle miydi?" diye... Şehrin iki yakasını bir araya getiren bir kravat tadındaki çevre yolunun tam ortasında kendi başına bir devlet olan, bölünmüş yolunda ilerlerken trafikte bekleyen lüks araçlara küçümseyerek bakma lüksünü tadabildiğiniz, normal bir körüklü otobüsten tek farkı yolcu indirirken alçalan ve harekete geçerken yükselen süspansiyonu olan sosyalleşme aracıdır metrobüs.. Aslında "metrobüs" dediğimiz araç biz şehir sâkinleri olarak birbirimizle kaynaşalım, içli dışlı ve samimi olalım, sıcak ilişkiler kuralım diye şehrimizi yönetenler tarafından bizlere sunulan eşsiz bir armağan misâli.. O kadar yakın oluyorsunuz ki insanlara, soğuk havalarda birbirinizin nefesiyle ve vücut ısısıyla ısınabiliyorsunuz.. Yazın sıcak, kışın soğuk üfleyen klimaya rağmen... Ve yaz günleri değişik insan türleri ile tanışıyorsunuz.. Bâzı hayvan türlerinde olduğu gibi kendi bölgesini ve onun çevresini benzersiz kokusuyla işâretlemeye çalışan... Burun direkleriniz sızlamaya başladığında sığınabileceğiniz tek bir özlü söz kalıyor, insanları tüm kötü yanlarıyla kabûllenmeyi öğütleyen: Yaradılanı sev, Yaradan'dan ötürü..
İşte böylelikle, "omuz omuza" deyiminin gerçek anlamına kavuştuğu en önemli yer hâline geliyor bir anda metrobüsler.. Gerçi kimine göre "kıç kıça" gibi daha kaba bir tâbiri olan bu durum istemdışı bir dayanışmanın en canlı örneğidir aslında.. Çünkü âni kalkış ve frenlerde tüm yolcular birlikte aynı yöne hareket ederek toplum bilincine varıyorlar.. O anlarda kafalarda yanan ampûller, yirmi birinci yüzyıldaki büyük aydınlanma çağının ilk ışıkları oluyor âdetâ.. Hattâ yolcular bâzen birbirlerine o kadar sıkı sıkıya tutunuyorlar ki inecekleri durağı kaçırmak durumunda kalıyorlar.. Ve bâzen de bu sıkı tutunuş, edepsiz bir eyleme yoruluyor.. Ama öyle olmadığını bilmek gerek; tek amaç insanları tanımak, daha yakın olmak, yâni kısacası insan içine karışmak.. Elbette yer vermemek için uyuyor numarası yapan uyanıklar ve yanında dikilen bayana bir tilki içgüdüsüyle yer verip onun "omzundan" cinsel haz almaya niyetlenerek araç içindeki huzur ortamını bozmaya yeltenenler oluyor.. Ama araç ne kadar tıka basa dolu olursa olsun her zaman onları önce sözle, sonra ölçülü ya da ölçüsüz bir fiziksel şiddetle rencide edip araçtan atacak kadar bir boşluk bir anda yaratılabiliyor.. Bu da dayanışmanın bir diğer güzel örneği.. "Geçene yol verin" dendiği anda nefeslerini tutup karınlarını içeri çekerek bir "hayat boşluğu" oluşturabilen yurdum insanını görünce gözleri dolar insanın.. "Bu ne fedâkârlıktır yâ Rabbi?" demekten alamazsınız kendinizi.. Onlarca farklı duyguyu bir arada yaşadığınız, luna parkın eğlenceli havasının tam ortasındaki korku tüneli hissi veren o araç "hayat tecrübesi" deyiminin toplu taşımaya uyarlanmış hâli gibidir.. Ki benim için, binmek de içinde olmak da inmek de ayrı birer heyecandır..
Gerek bineceğiniz ve gerekse ineceğiniz zaman, durağın kapı önlerine denk gelen bölgelerinde frikik atılıyormuşçasına baraj kurmuş "köylü kurnaz"ları çekecektir dikkatinizi.. Her ne kadar kızıyor olsak da anlamamız gerek onları.. Çünkü havalarından ve tavırlarından da çok net anlarsınız ki kendileri ya İngiliz krâliyet âilesi mensupları ya da Osmanlı soyundan gelme asilzâdelerdir.. Nârin popoları ipek koltuklu faytonlardan deri koltuklu limuzinlere terfî etmiştir yüzyıllar önce.. Ve bu yüzden aslâ ayakta yolculuk etmeme geleneğini en asil şekilde sürdürmeye çalışmaktadırlar.. Belki de geleneklerine bu derece sıkı sıkıya bağlı olmalarını içten içe kıskandığım için kızıyorumdur onlara; kim bilir?? Deneylerle sâbit olan bir gerçek daha vardır ki onlar ricâdan, kibarlıktan anlamazlar.. Daha doğrusu o "lordlar kamarası"nın kibarlık anlayışına göre biz "avam kamarası", ne kadar incelik gösterirsek gösterelim "barbar"ız.. Hissettirdikleri bu düşüncelerini havada bırakmamak adına artık ikilemlerimin ilk şıkkını kafadan eleyerek iletişime geçiyorum onlarla.. "Evet, barbarım ben!" dercesine omuzumu bir koç başı gibi tosluyorum böğürleriyle omuzları arasında kalan sol cenahlarına.. Belki "kâlp masajı" yerine geçer de toplumun bir parçası olarak insanın üstüne düşen bâzı yazısız kuralları hissederek hatırlarlar diye... "Omuz omuza" temas burada, ilkyardım aracıdır benim için ama geç olmuş sanırım biraz; çünkü çoktan canını teslim etmiş insanlık.. Ne yalan söyleyeyim; bâzen "ulan herif iki metre!" dediğim de olmuştur kendi kendime ama bugüne kadar dönüp de yaptığım vandallık için hesap sorana rastlamadım.. İnsan olduklarını hatırlayıp da inene binene yol vermedikleri için utandılar mı ne?!
Ve işlek caddeler... İnsanların amaçsızca bir ucundan bir ucuna gidip gelirken, düşünmek dâhil hiçbir eylem yapmaksızın yalnızca yürüdükleri ve yürürken konuşabilmeyi yetenek saydıkları açık hava laboratuvarları... Davranış bilimleri üstüne ömrünü harcayan Pavlov'u getirip İstiklâl Caddesi'nin orta yerine bıraksak; bu zombi modundaki yürüyüşe mi, zilini çaldığında önüne bozuk para atılışına mı, yoksa ağaran saçıyla sakalına ve elindeki zile bakan sivil polislerin "çakma Noel Baba" diye merkeze götürmelerine mi "şartlı refleks" diyecekti acaba?? Oradaki belki binlerce insanın aksine, ben hemen her gidişimde neden orada olduğumu bilirim.. Onca insanın arasına karışmış turistlerden bile daha yabancıyımdır tuzu kuru kalabalığa.. "Bu insanlar nereye gidiyor?" sorusuna cevap bulmak için katederim o yolu bir uçtan bir uca ve sonunda görürüm ki hepsi yolun sonundan "u" dönüp uzunluğu cadde boyu süren bir volta atmaktadır.. Bu eylemi bizzat yapan insanların bile fark edemediği gerçek şudur yâni: Aslında hepsi şuursuzluğun onlara sunduğu görünmez duvarların arasında birer mahkûm hayâtı yaşamaktadır.. Papağanlar gibi bâzı hayvanların ezberden de olsa konuşabildiğini varsayarsak, bizi onlardan ayıran tek özelliğimiz olan "düşünmek" eyleminden uzaktırlar maalesef.. Ve orada bir sokak köpeği görünce dikkatle bakarım.. Sanki insanların düşünemediğini o düşünmektedir gibi merakla süzer başıbozuk yürüyüşü.. O kalabalıkta hiç istemeseniz de binlerce yabancıyla "omuz omuza" yürürsünüz.. Ve biraz dik başlıysanız bir bovling topunun kukaları devirişi gibi bir hamlêde birden çok omuza tattırabilirsiniz kendi omuzunuzun sertliğini.. Kim bilir; belki de bu bir çeşit omzunuzdaki yükleri hafifletme çabası hâlini alır zamanla..
Buraya kadar anlattıklarımdan benim şiddete eğilimli bir manyak olduğum sonucunu çıkaranlar varsa yüzde yüz haklılar.. Ama... Bâzen gerçek göründüğünden bambaşkadır.. "Yanlış anladın, açıklayabilirim" diyeni dinlemekte de fayda görmüşümdür her zaman; söyleyeceklerinin tek kelimesine inanmayacak olsam bile... Bunca şiddetli "omuz omuza" temastan güç gösterisi anlamı çıkaranlar, insanlara zarar vermek ve onların suskunluğuyla egomu tatmin etmek amacı güttüğümü düşünenler lütfen yazıyı en baştan ama bu sefer "önyargısız" olarak okusunlar.. Çünkü insanlara vurduğum her omuz aslında yalnızca insan olduklarını hatırlamaları için.. Düşünmeyi, hissetmeyi bırakan bünyelerde bir "şok etkisi" yaratabilmek için... Ve eğer ben bunca darbeme rağmen o insanlardan tepki görmediysem; ya tepki veremeyecek kadar bilinçlerini yitirmişlerdir ya da amacıma ulaşmış ve onların düşüncesizlikleriyle yüzleşmelerini sağlayabildiğim için "adam haklı" deyip susmuşlardır..
Bu yazımın da okkalı bir "omuz" darbesi olabilmesi ve bilincinizin altına kadar ulaşacak bir "sarsıntı" yaratabilmesi dileğiyle...
Bir İstanbul'lu olarak bende pek bu tip çağrışımları olduğunu söyleyemem "omuz omuza"nın.. Büyük bölümünü evin dışında geçirdiğim günlerden örnek verecek olursam:
Evden adımımı dışarı atar atmaz gerilim filminin ilk sahnesinde bulurum kendimi bir anda.. Yaşadığım muhitte on yedinci senem olmasına rağmen "hey dostum, bu kasabada yabancıları hiç sevmeyiz" tadında bakışların hedefiyimdir yürüyüş eylemim boyunca.. Bildiğinden şaşmayan ve bildiği yoldan ayrılmayan mizâcım tüm kötü enerjiye karşı bir "kalkan" niteliğindedir.. Önüme bakarım umursamazca; gördüğüm tek şey gideceğim yoldur.. O yolda karşıma çıkan hiçbir engeli görmem, görsem de tanımam, tanısam da sallamam.. Belki yalnızca sokak köpekleri... İnsanı bâzen fazlasıyla tedirgin edebiliyorlar.. Neyse...
Bu saydığım özelliklerimin hiçbiri, köprüde karşılaşan iki keçiden biri olmamı gerektirmediği için ben genelde insanlığımdan tâviz vermek yerine güzergâhıma rast gelen insanlara yol vermeyi seçerim.. Bu noktada insanımızın verdiği iki farklı tepki de beni aynı ikilemde bırakır.. Birincisi; bana yol vermek için karşımdaki insanın da benle aynı yöne çekilmesi... İkincisi de yol vermemek adına üstüme üstüme gelmesi... İlk davranışa karşılık gelen tereddütüm kısa sürer.. "Lütfen buyrun" der ve geçerim.. İkincisi ise çoktan benim ar damarıma basmıştır.. Araba sürmeyi eskazâ bilen ben, boştaki vitesi bire taktığım gibi son gaz üstüne sürerim ve "omuz omuza" sertçe bir temastan sonra yoluma devâm ederim.. O andan sonra kulaklarım, evimin kapısını çalmayan bütün kötü söz ve hakâretlere kapalıdır.. Çünkü söylediği eylemleri yapabilecek cesâreti olan kişi uzaktan seslendirmek yerine direkt eylemde bulunur.. Bu ilk heyecandır benim için, ama aslâ son değildir.. Film daha yeni başlıyor..
Toplu taşıma... Durak girişleri gerilimin iyiden iyiye yükseldiği yerlerdir benim için.. Önlü arkalı yürümeyi okul gezisine çıkmış öğrencilere mahsus bir hareket zanneden yurdum insanı, "omuz omuza" verip tüm yürüyüş alanlarını yaya trafiğine kapatmaktadır istisnâsız.. Bu durumda yine iki seçenek çıkar önüme; ya kibarca ricâ edip yolun açılmasını sağlayacağım ya da bir panzer edâsıyla önümdeki barikatı aşacağım.. Her ne kadar sinirli ve kaba bir yapım olsa da seçeneğim her zaman ilkidir.. Ama... Eğer ricâma "duymazdan gelmek" gibi bir tepki verilirse... Zorunlu olarak ikinci şıkka yönelir ve ikinci "omuz omuza" temasla birlikte istasyona ya da durağa girişimi yaparım.. Genelde arkamdan söylenen şu olur: Önüne baksana!! Bunu diyenin o an düşünmediği çok önemli birşey var ki eğer önüme bakmamış olsaydım aralarından değil direkt üzerlerinden geçmem gerekirdi.. Sonuçta panzeriz ya...
Sık kullandığım rotaya göre bineceğim ilk araç genelde tramvay olur.. İstasyondaki gerilim sebebim ise az önce yaşadığım aksiyon değil, ben turnikeden geçene kadar tramvayın gitmesi ihtimâlidir.. Ve şanssız bir insan olduğum için genelde az önce hareket eden tramvayın sesine ancak yetişirim.. Kulaklıkla müzik dinliyor olmama rağmen kulaklarımın asıl odak noktası raylardan gelecek sestir.. Küçükken, trenin tekerlekleriyle ray arasında bozuk para ezdirip mutlu olabildiğimiz günlerden kalma bir alışkanlık işte... Sanki aracın gelişini en önce fark edeni tebrik edeceklermişçesine... Ve bir takıntımdır; durağın hangi ucunda bekleyeceğimi, ineceğim durakta ne taraftan çıkacağıma göre belirlerim.. Kendimce zamandan tasarruf belki.. "Birkaç sâniyeden n'olacak?" diyenler varsa eğer çok değil, iki sâniyelik yürüyüş yolu önünde birbirine giren araçlara bakıp şükretmiş biri var karşınızda.. "Kenar mahâlle" denebilecek bir bölgede oturduğumuz için tramvay genelde şehrin civcivli taraflarına doğru ilgiyle kaçışan insanlarla dolu olur.. Ama en kalabalık tramvayın bile yarışamayacağı bir diğer toplu taşıma aracına doğru yol almaktayımdır.. Bu gerçeği anımsayınca sabrın yerini şükür alır..
Metrobüs... Hemşehrilerim iyi bilirler ama İstanbul'da yaşamayanlar için kısaca anlatayım.. Hani belli bir yaşın üstündeki insanlar hep şikâyet eder ya "telefondu internetti hep koptuk, apartımanlar siteler komşuluğu bitirdi, insanlar sohbet etmiyor, eskiden öyle miydi?" diye... Şehrin iki yakasını bir araya getiren bir kravat tadındaki çevre yolunun tam ortasında kendi başına bir devlet olan, bölünmüş yolunda ilerlerken trafikte bekleyen lüks araçlara küçümseyerek bakma lüksünü tadabildiğiniz, normal bir körüklü otobüsten tek farkı yolcu indirirken alçalan ve harekete geçerken yükselen süspansiyonu olan sosyalleşme aracıdır metrobüs.. Aslında "metrobüs" dediğimiz araç biz şehir sâkinleri olarak birbirimizle kaynaşalım, içli dışlı ve samimi olalım, sıcak ilişkiler kuralım diye şehrimizi yönetenler tarafından bizlere sunulan eşsiz bir armağan misâli.. O kadar yakın oluyorsunuz ki insanlara, soğuk havalarda birbirinizin nefesiyle ve vücut ısısıyla ısınabiliyorsunuz.. Yazın sıcak, kışın soğuk üfleyen klimaya rağmen... Ve yaz günleri değişik insan türleri ile tanışıyorsunuz.. Bâzı hayvan türlerinde olduğu gibi kendi bölgesini ve onun çevresini benzersiz kokusuyla işâretlemeye çalışan... Burun direkleriniz sızlamaya başladığında sığınabileceğiniz tek bir özlü söz kalıyor, insanları tüm kötü yanlarıyla kabûllenmeyi öğütleyen: Yaradılanı sev, Yaradan'dan ötürü..
İşte böylelikle, "omuz omuza" deyiminin gerçek anlamına kavuştuğu en önemli yer hâline geliyor bir anda metrobüsler.. Gerçi kimine göre "kıç kıça" gibi daha kaba bir tâbiri olan bu durum istemdışı bir dayanışmanın en canlı örneğidir aslında.. Çünkü âni kalkış ve frenlerde tüm yolcular birlikte aynı yöne hareket ederek toplum bilincine varıyorlar.. O anlarda kafalarda yanan ampûller, yirmi birinci yüzyıldaki büyük aydınlanma çağının ilk ışıkları oluyor âdetâ.. Hattâ yolcular bâzen birbirlerine o kadar sıkı sıkıya tutunuyorlar ki inecekleri durağı kaçırmak durumunda kalıyorlar.. Ve bâzen de bu sıkı tutunuş, edepsiz bir eyleme yoruluyor.. Ama öyle olmadığını bilmek gerek; tek amaç insanları tanımak, daha yakın olmak, yâni kısacası insan içine karışmak.. Elbette yer vermemek için uyuyor numarası yapan uyanıklar ve yanında dikilen bayana bir tilki içgüdüsüyle yer verip onun "omzundan" cinsel haz almaya niyetlenerek araç içindeki huzur ortamını bozmaya yeltenenler oluyor.. Ama araç ne kadar tıka basa dolu olursa olsun her zaman onları önce sözle, sonra ölçülü ya da ölçüsüz bir fiziksel şiddetle rencide edip araçtan atacak kadar bir boşluk bir anda yaratılabiliyor.. Bu da dayanışmanın bir diğer güzel örneği.. "Geçene yol verin" dendiği anda nefeslerini tutup karınlarını içeri çekerek bir "hayat boşluğu" oluşturabilen yurdum insanını görünce gözleri dolar insanın.. "Bu ne fedâkârlıktır yâ Rabbi?" demekten alamazsınız kendinizi.. Onlarca farklı duyguyu bir arada yaşadığınız, luna parkın eğlenceli havasının tam ortasındaki korku tüneli hissi veren o araç "hayat tecrübesi" deyiminin toplu taşımaya uyarlanmış hâli gibidir.. Ki benim için, binmek de içinde olmak da inmek de ayrı birer heyecandır..
Gerek bineceğiniz ve gerekse ineceğiniz zaman, durağın kapı önlerine denk gelen bölgelerinde frikik atılıyormuşçasına baraj kurmuş "köylü kurnaz"ları çekecektir dikkatinizi.. Her ne kadar kızıyor olsak da anlamamız gerek onları.. Çünkü havalarından ve tavırlarından da çok net anlarsınız ki kendileri ya İngiliz krâliyet âilesi mensupları ya da Osmanlı soyundan gelme asilzâdelerdir.. Nârin popoları ipek koltuklu faytonlardan deri koltuklu limuzinlere terfî etmiştir yüzyıllar önce.. Ve bu yüzden aslâ ayakta yolculuk etmeme geleneğini en asil şekilde sürdürmeye çalışmaktadırlar.. Belki de geleneklerine bu derece sıkı sıkıya bağlı olmalarını içten içe kıskandığım için kızıyorumdur onlara; kim bilir?? Deneylerle sâbit olan bir gerçek daha vardır ki onlar ricâdan, kibarlıktan anlamazlar.. Daha doğrusu o "lordlar kamarası"nın kibarlık anlayışına göre biz "avam kamarası", ne kadar incelik gösterirsek gösterelim "barbar"ız.. Hissettirdikleri bu düşüncelerini havada bırakmamak adına artık ikilemlerimin ilk şıkkını kafadan eleyerek iletişime geçiyorum onlarla.. "Evet, barbarım ben!" dercesine omuzumu bir koç başı gibi tosluyorum böğürleriyle omuzları arasında kalan sol cenahlarına.. Belki "kâlp masajı" yerine geçer de toplumun bir parçası olarak insanın üstüne düşen bâzı yazısız kuralları hissederek hatırlarlar diye... "Omuz omuza" temas burada, ilkyardım aracıdır benim için ama geç olmuş sanırım biraz; çünkü çoktan canını teslim etmiş insanlık.. Ne yalan söyleyeyim; bâzen "ulan herif iki metre!" dediğim de olmuştur kendi kendime ama bugüne kadar dönüp de yaptığım vandallık için hesap sorana rastlamadım.. İnsan olduklarını hatırlayıp da inene binene yol vermedikleri için utandılar mı ne?!
Ve işlek caddeler... İnsanların amaçsızca bir ucundan bir ucuna gidip gelirken, düşünmek dâhil hiçbir eylem yapmaksızın yalnızca yürüdükleri ve yürürken konuşabilmeyi yetenek saydıkları açık hava laboratuvarları... Davranış bilimleri üstüne ömrünü harcayan Pavlov'u getirip İstiklâl Caddesi'nin orta yerine bıraksak; bu zombi modundaki yürüyüşe mi, zilini çaldığında önüne bozuk para atılışına mı, yoksa ağaran saçıyla sakalına ve elindeki zile bakan sivil polislerin "çakma Noel Baba" diye merkeze götürmelerine mi "şartlı refleks" diyecekti acaba?? Oradaki belki binlerce insanın aksine, ben hemen her gidişimde neden orada olduğumu bilirim.. Onca insanın arasına karışmış turistlerden bile daha yabancıyımdır tuzu kuru kalabalığa.. "Bu insanlar nereye gidiyor?" sorusuna cevap bulmak için katederim o yolu bir uçtan bir uca ve sonunda görürüm ki hepsi yolun sonundan "u" dönüp uzunluğu cadde boyu süren bir volta atmaktadır.. Bu eylemi bizzat yapan insanların bile fark edemediği gerçek şudur yâni: Aslında hepsi şuursuzluğun onlara sunduğu görünmez duvarların arasında birer mahkûm hayâtı yaşamaktadır.. Papağanlar gibi bâzı hayvanların ezberden de olsa konuşabildiğini varsayarsak, bizi onlardan ayıran tek özelliğimiz olan "düşünmek" eyleminden uzaktırlar maalesef.. Ve orada bir sokak köpeği görünce dikkatle bakarım.. Sanki insanların düşünemediğini o düşünmektedir gibi merakla süzer başıbozuk yürüyüşü.. O kalabalıkta hiç istemeseniz de binlerce yabancıyla "omuz omuza" yürürsünüz.. Ve biraz dik başlıysanız bir bovling topunun kukaları devirişi gibi bir hamlêde birden çok omuza tattırabilirsiniz kendi omuzunuzun sertliğini.. Kim bilir; belki de bu bir çeşit omzunuzdaki yükleri hafifletme çabası hâlini alır zamanla..
Buraya kadar anlattıklarımdan benim şiddete eğilimli bir manyak olduğum sonucunu çıkaranlar varsa yüzde yüz haklılar.. Ama... Bâzen gerçek göründüğünden bambaşkadır.. "Yanlış anladın, açıklayabilirim" diyeni dinlemekte de fayda görmüşümdür her zaman; söyleyeceklerinin tek kelimesine inanmayacak olsam bile... Bunca şiddetli "omuz omuza" temastan güç gösterisi anlamı çıkaranlar, insanlara zarar vermek ve onların suskunluğuyla egomu tatmin etmek amacı güttüğümü düşünenler lütfen yazıyı en baştan ama bu sefer "önyargısız" olarak okusunlar.. Çünkü insanlara vurduğum her omuz aslında yalnızca insan olduklarını hatırlamaları için.. Düşünmeyi, hissetmeyi bırakan bünyelerde bir "şok etkisi" yaratabilmek için... Ve eğer ben bunca darbeme rağmen o insanlardan tepki görmediysem; ya tepki veremeyecek kadar bilinçlerini yitirmişlerdir ya da amacıma ulaşmış ve onların düşüncesizlikleriyle yüzleşmelerini sağlayabildiğim için "adam haklı" deyip susmuşlardır..
Bu yazımın da okkalı bir "omuz" darbesi olabilmesi ve bilincinizin altına kadar ulaşacak bir "sarsıntı" yaratabilmesi dileğiyle...
YORUMLAR
Yaşamadığım şehrin farklı yüzünü keyifle okudum. Sabah sabah İstiklalde yürüdüm, metrobüse bindim, dolandım İstanbul'un sokaklarında...Kalemine sağlık.
''Bâzı hayvan türlerinde olduğu gibi kendi bölgesini ve onun çevresini benzersiz kokusuyla işâretlemeye çalışan... '' bu güzeldi işte :)))))))
Yazının sonundan şiddete eğimli bir manyak olduğumu düşünebilrisiniz demişsin de pek hoş terim olmamış. Yanlış gördüğüne tepki vermek gayet doğal ama bu tepkinin dozu ve şekli önemli. Kimine bir bakış yeter tepkini göstermek için, kimine bir söz.... Anlayacakları dili bulmak sanırım önemli yoksa mesaj yerine ulaşmış olmaz değil mi :)
Bütün büyük şehirlerde rastlanır tür şeyler ancak sanırım İstanbul, yoruculukta fark atıyor diğerlerine.
Yazı sonundaki "sarsıntı" olayını yaşamadım:), çünkü yeri geldiğinde omuz deneyimlerim oldu bir kaç kez ve siz de bilirsiniz ki, iki omuz karşılıklı gelirse etkileri nötrleşebilir ve bünyelerdeki sarsılma etkisi hafifleyebilir.:)
İstiklal caddesi gezinenleri satırlarınızla canlanınca bir anım çıkıp geliverdi. "İstiklal'deki taşralı" havasında gezinirken, o dantel gibi işlenmiş -ama ne yazık ki bakımsız- binaları incelemekten her seferinde büyük keyif alırım. Yine öylesine, güzelim bir binaya dalıp gitmişken bir ara gerçek hayatı ve etrafımda birikmiş kalabalığı farkettim; yaklaşık 10-12 kişi yanıma yöreme konuşlanmış, benimle birlikte dikkatle binaya bakıyorlardı. Penguenler gibi kafamız yukarıda aynı yöne odaklanmıştık:) ama diğerlerinin amacı meraktı, "Acaba ne oluyordu o binada?" Gülerek sıvışmıştım aralarından, onlar hala bakıyordu.:)
Teşekkürler
Metrobüsle ulaşacağın yere aktarmalı gidiliyorsa işkence gibidir. Durakta, kapı hizalarına gelen kısımlarda kümelenmiş insanlar görürsünüz. Korkmayın! hemen atılmayın! bekleyin, ilk boş yerleri kapmak isteyen birinci küme binsin, sonra ayakta kalmaya razı ikinci küme daha sonra binmeyip sonraki metrobüsü bekleyecek olan üçüncü kümede yana çekilip yol açınca, siz kapı önü yolcusu olarak muzaffer bir edayla binebilirsiniz. Eğer ki oturarak yolculuk etmek isterseniz, izleyeceğiniz yol; ya birinci kümeye girmek için aktarma yapacağınız yere geldiğinizde, metrobüsten ok gibi fırlayarak aktarılacağınız metrobüsün kapısına ilk gelenler arasında yer almak yahut üçüncü küme elamanı olarak, kenara çekilip diğer metrobüsü beklemek olmalıdır. Unutmadan! Metrobüse de binerken ineceğiniz duraktaki çıkış kapısına yakın bir yere konuçlanmanız gerekir. Zira çoğu metrobüs durağı bir üst geçitle taçlandırılmıştır. Bu taçların üstü insan seli, merdivenleri karınca yoludur. Çıkarken, yolunuza bir kaplumbağa çıksın hiç istemezseniz inanın. Bazı üst geçitler de bir tarafta yürümeyen bir tarafta yürüyen merdiven vardır ki, ben sinir sağlığım nedeniyle yürüyen merdivenleri tercih etmiyorum ama bazen sağlıksız nedenlerimden dolayı zorunlu kalıyorum. Yağmur yağarken yürüyen merdivende şemsiyelerini açıp mıhlanmış ve parselizasyon yapmış insanları anlayamamak ne büyük imtihan Yarabbim! Yağmur şakır şakır... beyefendi yada hanımefendinin kılı kıpırdamıyor. Duruyorlar...
Minibüsler ise çevre yoluna girişleri yasaklandıktan sonra iç hatlara çekilmeleri nedeniyle semtin sokakları sanki labirent onlar çıkıştaki havucu arayan tavşan misali
Daha yazmadan, düşündüğümde bile bir cıvıltılı huzur, nostaljik bir çıngırak sesi, martılar, burnumda deniz kokusu. Bu şehri duyup tanışmaya gelen her misafirime çizdiğim yol haritası. Bu şehirle yürüyerek tanışılır. İstiklal den u değilde ya sola bir dönüş Mevlevihane'nin oradan salarsın kendini Galata da bulursun, sokaklar konuşur, dükkanlar, satıcılar,şarkılar, melodiler... Sola gidersem Ortaköy'e kadar uzar yolum, sağa gidersem kulaklarımda köprünün sesi(insanlar,martılar,satıcılar ve arada vuuuuuuuuuuuuuut) burnumda ızgarada çingene palamudunun (çocukken bazı tabirler ilginç gelir, tutarsın aklında. anımsadım yazdım, yoksa şimdikiler dondurucu palamudu) kokusu, Yeni Camii, Mısır Çarşısı, Kapalı Çarşı yine yol ayrımı,Ya Süleymaniye Camii'ne doğru ya Sarayburnu, Gülhane, Ayasofya, Sultanahmet ver elini yarım ada. Ben kırdım dümeni Süleymaniyeye doğru Ağa Kapısında, Altın Boynuzdan - Boğaza doğru bir bardak çay molası.
http://tr-tr.facebook.com/video/video.php?v=2041950537482 Ez Cümle Ceza-Candan Erçetin Bu Şehir
Birine "algıda seçicilik" yapasım geldi.. :) Sayın minerva1980..
Aslında bilmeden bir sonraki (yazdığım güne göre bir önceki) yazımın konusuna değinmişsiniz.. :) İstanbul'a olan sevdâmı, onun karanlık yüzünden de dem vurarak anlattığım birkaç satır da duruyor kenarda.. Bugün içimde biriken neşeyi bu şekilde dışa vurmak istediğim için daha çok insanların kalabalığından ve o hengâmeden bahsettim.. Ki... Dışardan gelenler çok daha alıcı gözle bakıyor genelde bu şehre.. Okuduğum ve çalıştığım bölgeydi târihî yarımada.. Ve birçok turistle dialoğum oldu.. Onların gözünden inanın ki çok daha güzel görünüyor bu şehir.. Çünkü onlar sanatına, târihine, doğasına; kısacası güzelliğine bakmaya geliyorlar.. Karaköy'deki hamamın sokağına, Beyoğlu'nun arka sokaklarına, Moda sâhiline götürüp "sote" denen yerleri göstersek düşünebiliyor musunuz bir daha buraya geleceklerini ya da tanıdıkları insanları "muhakkak gidin" diye teşvik edeceklerini?? :)
Onları da anlattım, yâni anlatacağım.. Yazıldı ama henüz paylaşılmadı.. Meselâ, yazımdan ilham alıp yazdığım şarkıdan bir dörtlük şöyledir:
"Dinle İstanbul!! Tiksiniyorum ben insanından..
..Yine de aşığım ve seviyorum seni temiz yanınla
Ne kadar kirlensen de bir yarın hep bembeyaz..
..Bin tâlibinden hiçbirine yâr olmamış gelin tadında..!"
Bin şikâyet etsem de bir günümü ayrı geçirmek istemem bu şehirden.. Bağımlılık mı alışkanlık mı yoksa saf sevgi ve bağlılık mı bilmem.. Tek bildiğim, şehirleri rezil eden de veriz eden de biz insanlarız.. O yüzden bu yazıda insanları irdelemek istedim.. Kendi bir günümden yola çıkarak... Ve dediğiniz gibi; yürüyerek tanınır şehir.. Ama gözleri açık, aklı berrak olacak insanın.. Kimi insan var ki önünde cinâyet işlense başını eğer gider, geçen gün haberlerde görmüşsünüzdür belki ölen adamın yanıbaşında balık tutan insancıkları.. Aynı yerde ben bir arkadaşımla sırt sırta verip on kişiyle dövüşmek zorunda kaldığım gece de aynı insanlar uzaktan film izler gibi izliyorlardı.. Arkadaşımın burnu kırılırken, benim kafam yarılırken... Ben en çok bu duyarsızlığa içlendim.. Ki ben cebimde param olduğu hâlde sırf gezmek olsun, insan göreyim diye Beşiktaş'tan Aksaray'a, Taksim'den Edirnekapı'ya yürüyen insanım.. :) Ha yaş ufakken geç saatler sorun oluyordu; şimdi ise tam tersi.. Benim tipim tekinsiz duruyor, insanlar ya psikopat ya da çoğu zaman sivil polis zannediyor.. Çok oluyor şimdilerde bana kimlik verip gbt baktırmaya çalışanlar ya da birilerini ihbâr edenler.. :) Yine de bu şehirde herkes bıçak sırtı yaşıyor; ama geçim derdi, ama sokakların tehlikesi.. Önce gelecek yazımda, sonra da şarkımda şehrimin hem gününü hem gecesini en duru görümle anlatmaya çalışacağım.. En çok sizden ricâmdır o yüzden; beklemede kalın.. Yazıma yorumunuzla verdiğiniz katkı için ayrıca minnetimi sunarım.. Zîrâ ben artık sinir krizi geçirmemek adına kullanmıyordum minibüsleri..
Okuyan, yorumlayan ve göz atan herkse selâmlar-saygılar...
Agraha anlattığın şeyden bir kısa film 1-2 tane de reklam çıkar bence çok hoştu :)
İçinde şehrini anlatan yazıları da severim ben. Şuna bak derim içimden, ne güzel şehri var, şehir ona ne güzel duygular yaşatmış, benim şehir ha babam vurmuş, itmiş... Şehrin bana ettikleri, benim ona yaptıklarım...
Şehir düşük yaptı insanını kaybetti.
Duygusala bağladım yine :) Yumurtlasam mı acaba 1-2 ay önceki sefilliğimi, kafam karıştı içim cız etti.
Harikaydi tesekkürler ...
Yönetime not: Bundan önceki yorumumu yayımlayabilirsiniz zamanı çok geçmeden, sakıncalı bir şey yok:))..
Şaka bir yana dursun, kişilik analizi konusunda insanların zamanlarını çalmayacak kadar bilincimdeyim.. Ciddî anlamda psikolojik tedâvi görmemi gerektiren pek çok sıkıntım da var.. Ama yazının ana fikri, "omuz omuza"nın omuz atmaktan çıkıp tekrar dayanışma anlamına geri devşirilmesiydi.. Yazıyı bir "omuz" olarak düşünürsek sanki siz "anladım" değil de "çüş" demiş gibi oldunuz.. :D Sağlık olsun.. Hemen her insanın depresif olduğu bir şehirde bunca depresyonda içinde yüzdüğümüz kalabalıkların payını ölçmeye çalışırım sokaklarda.. Tavsiyeniz için ayrıca teşekkürler ama "muhalif" benim için politik anlam taşıyan sıradan bir sıfat ya da rumuz değil ki.. Ben; öğretmeni yanlış yapınca uyarıp düzeltmeye çalıştığı için sözlü notu kırılan öğrenciyim.. Çay keyfi yapıp otobüs yolcularını kuyrukta ağaç eden şoföre karşı bütün yolcuları provoke eden elebaşıyım.. Kulaklığımdaki müziği bastıracak kadar toplu taşımada gür sesle bağıra bağıra konuşanlardan daha gür bir sesle küfreden sosyopatım.. Ve ben gördüklerime sessiz kaldığım zamanların acısını çıkarttım içimden psikiyatri muayenehânelerinde.. :) Yâni sizin "takma, boşver" dediğiniz tüm davranışlar benim için birer "terapi".. :) İnsanlara acıyın; eğer kafaya taktığım şeyleri dile getirmezsem acısı onlardan çıkabilir.. Okuduğunuz, zaman bahşettiğiniz ve tespitleriniz için sonsuz teşekkür..
Diğer yorumları tek tek karşılamak istemedim.. Özür dilerim; övgü içerikli cümlelere verecek cevap bulamadığımdan... Ondan gayrı duygularımı paylaştığınız için her birinize tek tek minnettârım.. Çok çok teşekkürler...
BiikadinSize ayrıca cevap vermem gerekir sanırım.. :) O dörtlük; 8 dörtlükten oluşan şarkımın son dörtlüğüdür ve müziği de sözleri de hazır durumdadır.. Kısmetse pazar günü kaydedilecek ve sanal albümümdeki yerini alacaktır.. Ve İstanbul'la ilgili duygularımı daha derin anlattığım yazımı da yine aranızdan bir dostumun tavsiyesi üzerine bu şarkının yayınlanışına erteliyorum.. İkisi birbirini tümleyecektir..
Eğer kendi çalışmalarımı paylaşmam sorun olmayacaksa zaman zaman şarkılarım için link de vereceğim muhakkak.. Yazılarımın okunması kadar önemlidir benim için sesimin duyulması..
Yalnızca güçlü olanın tekmelenmeden ayakta kalabildiği şehrimden hepinize teşekkürler ve saygılar...