Çocuktuk BİZ...
14 Mayıs 2013, 03.33 A- A+
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Sâdece iki derdimiz, iki zenginliğimiz varmış; karın tokluğu ve çok değil, birazcık uyku... "Şantaj" kelimesi en mâsum hâline bürünmüş bizim edepsiz tavırlarımızda; istediğimizi alabilmek için gözyaşlarımızı hunharca kullanmışız.. Belki boydan, yere epey yakınmışız ama bir babanın omuzlarından daha yüksek bir yer de hayâl edememişiz.. Hüzünlerimiz ne kadar geçiciyse sevinçlerimiz de bir o kadar kalıcıymış.. Bir ağladıysak bin gülmüşüz; öylesine gamsızmışız ki bütün büyükler bize imrenirmiş..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bir sabah oyun oynadığımız sokaktan almışlar bizi ve üzerimize mâvi önlük giydirip, bizler gibi daha onlarcasının arasına bırakmışlar.. Kan bağı olmadan nasıl kardeş olunurmuş, öğrenelim diye... O güne dek birer yabancı olarak bildiğimiz harflerle, rakamlarla tanışmışız.. Hangi paranın daha büyük olduğunu kimse kopya vermeden de söyleyebilir olmuşuz.. Bir çoğumuzun övgü kaynağı olan "okula gitmek", aslında büyüyor olmanın ilk adımlarından biriymiş.. Çok özleyeceğimiz çocukluğumuza yazılan vedâ mektubunun da ilk satırı...
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Okumayı söktük diye yakamıza iliştirilen kurdeleymiş ilk gurûrumuz.. Bir sabahın köründe, çenemizin altından boynumuza doğru uzanan hafif bir ağrı ve yoğun bir şişkinlikle açmışız gözümüzü.. Dönmeyen boynumuzun sebebini merâk ederken en az bir doktor kadar iyi bilirmiş meğer annemiz.. "Kulağın kabalığı" yüzünden günlerce uzak kalırken okulumuzdan; tek avuntumuz, nerdeyse annemiz kadar bizi önemseyen öğretmenimizin evimize kadar getirdiği kitaplar olmuş.. Cin Ali'ler, Ayşegül'ler, Bambi'ler... Hasta yatağında bizi yalnız bırakmayan birer arkadaşmışlar.. Yine bir başka sabah, tenimizin her yerini kaplayan kırmızı noktalarda kaybetmişiz kendimizi.. Ona da "kızıl" derlermiş.. Okulda adını öğrendiğimiz hastalıklarla bizzat tanışmak varmış nasipte.. Ve nerden bilelim; onca hastalığın aslında bizi daha büyüklerine karşı hazırlayıp koruduğunu o küçücük aklımızla??
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Henüz kötülüğün zerresi ulaşmamış kâlplerimize.. Birini severken değil öpmek-sarılmak, dokunmak bile aklımızın ucuna bucağına uğramazmış.. Eskazâ saçının teline dokunacak olsak utancımızdan elimiz ayağımız birbirine karışırmış.. Aynı hayâli paylaşmak bir kavga değil, dostluğu pekiştirme bahânesiymiş bizim için.. En yakın arkadaşının da aynı kızı sevdiğini bile bile, bir müzik dersinde onunla birlikte aynı kızın gözlerinin içine bakarak şarkı söyleyebilmekmiş çocukluk.. "Bir yârim olsun isterdim, gözleri yeşil" diye... Ve öğretmenin ağzından dökülen, yarının büyüklerine sosyâl mesajın tillâhını veren onlarca eğitici şarkıyı bilinç altlarımıza kaydedermişiz.. Ilgaz, Anadolu'nun yüce bir dağıymış.. Bir hastalık varmış, "tembellik" denirmiş onun adına.. Yedi tâne cüce, on dört kollu bir deve eşdeğermiş.. Orman ne güzelmiş.. İzmir'in dağlarında çiçekler açar, altın güneş de orada sırmalar saçarmış.. Atatürk ölmemiş, kâlbimizde yaşıyormuş.. O gün pek de oralı olmaz gibi göründüğümüz tüm bu şarkılar biz büyüdükçe içimizde daha gür bir sesle yankılanır olmuş..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Ilık bir bahar sabahının sisi kadar yoğun ama zehir kadar acı bir gökyüzüne açarmışız gözlerimizi.. Havamız kirliymiş, çeşmelerimizse dilsiz.. Mahâllede şenlik olurmuş bir tanker gelip üst sokağa yanaştığında.. Bütün mahâlleli kovalarını, bidonlarını yüklenip suya olan hasretini gidermeye koşarmış çoluk çocuk.. Gün aşırı elektriği kesilen yarı bodrum evlerin karanlığını ailecek edilen sohbet ve söylenen şarkılar dağıtır, aydınlatırmış.. Komşuluk varmış biz çocukken.. Hemen her gün bir başkasının evinde, bahçesinde toplanılırmış.. Kısırlar, poğaçalar, kekler havada uçuşurmuş ve bir de onların târifleri... "Ben de yapıyorum ama seninki gibi olmuyor" cümlesi tâ o günlerden aklımıza kazınmış..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Oyun oynadığımız topraklarımız varmış, tepesine tırmanıp en olmuşunu aradığımız meyve ağaçlarımız.. Bâzen rahat batarmış; kamyonların, traktörlerin peşine takılıp kanatırmışız dizlerimizi.. Bir yaramız kabuk bağlamadan yenisini açacak kadar yaramazmışız.. Zamanla ağaçların yerini dev betonlar almaya başlamış.. Dün top oynadığımız arsaların üstünde bugün sevimsiz inşaatlar görünce oralar olmuş oyun alanlarımız.. İkinci kattan kuma atlayan komşunun çocuğunu görüp gaza gelmişiz, ta üçüncü kattan kuma bırakmışız kendimizi.. Nerdeyse belimize kadar battığımız o kumları ayakkabılarımızdan çıkarırken, kırılamaz bir rekora imzâ atmanın haklı gurûru olurmuş üstümüzde.. Çünkü hiçkimse dördüncü kata kadar çıkmaya bir türlü cesâret edememiş..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bâzen üç silâhşörleri paylaşmışız aramızda; uzun-sarı saçlarına bakıp onu kız zannettikleri için Dartanyan'ı bana bırakmışlar hep.. Bâzen de Ninja Kaplumbağalar'a heves etmişiz; lâf aramızda, Leonardo'nun kılıcı hep cezbetmiş beni usuldan.. "Çocuklara kötü örnek olmasın" diye sigara bıraktırılan Red Kit'in ağzındaki çırpıdan bulmuş ve bisikletlerimize de "Düldül" demişiz.. Ve şimdi şimdi ancak anlıyoruz ki bir çocuğun makam aracıymış o iki tekerleki "savaş arabası".. Bizim kahramanlarımız da pek bi' naifmiş.. En serti He-man'miş.. Ama ona özenip de tahtadan yaptığımız kılıçlarla hiçbir akrânımıza bir fiske dahi vurmamışız.. Çünkü o zamanlar hayat da savaş da bizler için birer oyunmuş..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bir sabah Körfez Savaşı'na açmışız gözümüzü, bir sabah da Bosna katliâmına.. CNN canlı yayınla vermiş bâzen çatışmaları.. Halepçe'ye salınan sinir gazını, Basra'ya atılan füzeyi, Saraybosna'da mâsum çoculara sıkılan kurşunu, Hocalı'da gebe kadının karnına saplanan süngüyü anlamadan dinlemişiz.. İnsanın insana yaptığı bunca zûlmü almamış çocuk aklımız.. Ekran başından kalkıp sokağa atmışız kendimizi, acı gerçeklerden oyuna kaçmışız.. Helikopterlerden atılan îlânları toplamak gibi bir meşgâle bulmuşuz hemen kendimize.. Daha çok toplayanın kazandığı uydurma bir oyunmuş bu aslında.. En sonunda tüm toplanan kağıtlar bir araya gelip eşit dağıtılmış; herkes evindeki kömür sobasını tutuştururken kullansın diye... "Soba" dedim de... Ne çok işe yararmış o demir yığınları?? Kahvaltı saati bir yanında çay demlenirken, diğer yanında nar gibi kızaran ekmekler sabırsızlıkla margarini beklermiş.. Akşam üzeri yemek tencereleri dizilirmiş sıra sıra.. Bacasının tellerine ıslak çamaşırlar serilirmiş.. Yemek bitince çaydanlık gelirmiş, tencerelerin hepsini kovarmış krallığından.. Kibrinden kaynamaya başladığı anda işgâlci kestâneler atağa kalkıp tahtından edermiş onu.. Az sonra onlar da yenilip kabukları sobanın ateşine bırakılırken mandalina kabukları devralırmış nöbeti.. Sobanın kurum tadındaki kokusunu bastırıverirmişler.. İçindeki suyu sobanın ateşiyle ısıtan bir güğüm eşliğinde pazar gecelerine bırakılan banyodan hemen sonra; sobanın huzur veren o güldür güldür yanışı eşliğinde dalınırmış en güzel, en huzurlu uykulara..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bayram sabahları diğer hiçbir güne benzemezmiş.. Bir elimizden heyecan, diğerinden mutluluk tutarmış da bulutların üstünde yürütürmüş sanki bizi.. O zaman, sevdiğimiz hiçkimse ölmemiş henüz ve öpülecek bir o kadar fazladan el ve alınacak harçlık varmış.. Kimsecikler de bayram günü kapısına gelen bir çocuğa hırsız gözüyle bakmazmış; şekerin en güzelinden, tatlının en tatlısından, harçlığın da en bolundan ikrâm edermiş herkes.. Yaşayan en büyüğün ve belki de tek dedenin evinde toplanırmış çocuklar-torunlar.. En küçük torun, bütün şımarıklığıyla sofranın en başındaki yeri kendine ayırırmış.. Kimse de ona kızmazmış..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bir sabah yine uyandık ve bir anda büyüdük.. Birden bire en sevdiklerimiz ölmeye, en yakınlarımız terk etmeye başladı.. Hayat bir masal olmaktan çıkıp, taşıdıkça daha da ağırlaşan bir yük gibi bindi omuzlarımıza.. Meğer ne büyük bir ağırlık varmış bizi gökyüzüne kavuşturan o babamızın omuzlarında?? Gökyüzünün ve denizlerin aslında mâvi değil renksiz olduklarını öğrendik.. Rüyâların gerçek olmadığını ve savaşların kıyâmete kadar süreceğini... Birilerinin beş kuruş için birilerinin canına kıyabileceğini, "câiz" denip el kadar çocukların gelin edilebileceğini, ne kadar kızsa bile annemize el kaldırmayan babamızın aslında son "adam" olduğunu... Haklı olanın değil güçlü olanın kazandığını, adâletin resimlerden ve yazılardan ibâret kocaman bir safsata olduğunu... Yürekleri çürümüş insanların, bitlenmiş bir çocuktan milyon kat daha tehlikeli ve korkulası olduğunu... Masallardan soyunup gerçekleri giyindikçe aynadaki aksimizden iğrendik işte anlayacağınız..
Çocuktum ben, bir küçük çocuktum..
Gözünü; farklı yenilgiyle biten bir maçta açtığı hâlde ne kavga ne de bir küfür görmemiş, Lambada klibindeki siyah çocuğun hor görülüşüne kızmış ve anlam verememiş, yıllar boyu Haliç'in üstünden her geçişte burnunu tıkamak zorunda kalmış, oturduğu semtten bindiği otobüs Beyazıt'a tırmanırken sokak aralarından denizi gördükçe yüreği pırpır etmiş, tren yolculuklarından resimli bir kitap bulup okumanın tadını almış ve o trenlerin rayında ezilmiş bozuk paralarını kıymetli birer hazîne gibi hâlen bir köşede saklayan bir çocuk.. Ciğerleri ne idüğü belirsiz otların dumanıyla, alkôlle ve rûhu günahlarla kirlenmemiş, mâsum bir çocuk.. Şimdinin tam aksine...
Çocuktum ben, bir küçük çocuktum..
Tek derdim karın tokluğuydu ve çok değil, birazcık uyku..
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
"Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman.."
http://youtu.be/sYUYXGsFZOg
Sâdece iki derdimiz, iki zenginliğimiz varmış; karın tokluğu ve çok değil, birazcık uyku... "Şantaj" kelimesi en mâsum hâline bürünmüş bizim edepsiz tavırlarımızda; istediğimizi alabilmek için gözyaşlarımızı hunharca kullanmışız.. Belki boydan, yere epey yakınmışız ama bir babanın omuzlarından daha yüksek bir yer de hayâl edememişiz.. Hüzünlerimiz ne kadar geçiciyse sevinçlerimiz de bir o kadar kalıcıymış.. Bir ağladıysak bin gülmüşüz; öylesine gamsızmışız ki bütün büyükler bize imrenirmiş..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bir sabah oyun oynadığımız sokaktan almışlar bizi ve üzerimize mâvi önlük giydirip, bizler gibi daha onlarcasının arasına bırakmışlar.. Kan bağı olmadan nasıl kardeş olunurmuş, öğrenelim diye... O güne dek birer yabancı olarak bildiğimiz harflerle, rakamlarla tanışmışız.. Hangi paranın daha büyük olduğunu kimse kopya vermeden de söyleyebilir olmuşuz.. Bir çoğumuzun övgü kaynağı olan "okula gitmek", aslında büyüyor olmanın ilk adımlarından biriymiş.. Çok özleyeceğimiz çocukluğumuza yazılan vedâ mektubunun da ilk satırı...
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Okumayı söktük diye yakamıza iliştirilen kurdeleymiş ilk gurûrumuz.. Bir sabahın köründe, çenemizin altından boynumuza doğru uzanan hafif bir ağrı ve yoğun bir şişkinlikle açmışız gözümüzü.. Dönmeyen boynumuzun sebebini merâk ederken en az bir doktor kadar iyi bilirmiş meğer annemiz.. "Kulağın kabalığı" yüzünden günlerce uzak kalırken okulumuzdan; tek avuntumuz, nerdeyse annemiz kadar bizi önemseyen öğretmenimizin evimize kadar getirdiği kitaplar olmuş.. Cin Ali'ler, Ayşegül'ler, Bambi'ler... Hasta yatağında bizi yalnız bırakmayan birer arkadaşmışlar.. Yine bir başka sabah, tenimizin her yerini kaplayan kırmızı noktalarda kaybetmişiz kendimizi.. Ona da "kızıl" derlermiş.. Okulda adını öğrendiğimiz hastalıklarla bizzat tanışmak varmış nasipte.. Ve nerden bilelim; onca hastalığın aslında bizi daha büyüklerine karşı hazırlayıp koruduğunu o küçücük aklımızla??
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Henüz kötülüğün zerresi ulaşmamış kâlplerimize.. Birini severken değil öpmek-sarılmak, dokunmak bile aklımızın ucuna bucağına uğramazmış.. Eskazâ saçının teline dokunacak olsak utancımızdan elimiz ayağımız birbirine karışırmış.. Aynı hayâli paylaşmak bir kavga değil, dostluğu pekiştirme bahânesiymiş bizim için.. En yakın arkadaşının da aynı kızı sevdiğini bile bile, bir müzik dersinde onunla birlikte aynı kızın gözlerinin içine bakarak şarkı söyleyebilmekmiş çocukluk.. "Bir yârim olsun isterdim, gözleri yeşil" diye... Ve öğretmenin ağzından dökülen, yarının büyüklerine sosyâl mesajın tillâhını veren onlarca eğitici şarkıyı bilinç altlarımıza kaydedermişiz.. Ilgaz, Anadolu'nun yüce bir dağıymış.. Bir hastalık varmış, "tembellik" denirmiş onun adına.. Yedi tâne cüce, on dört kollu bir deve eşdeğermiş.. Orman ne güzelmiş.. İzmir'in dağlarında çiçekler açar, altın güneş de orada sırmalar saçarmış.. Atatürk ölmemiş, kâlbimizde yaşıyormuş.. O gün pek de oralı olmaz gibi göründüğümüz tüm bu şarkılar biz büyüdükçe içimizde daha gür bir sesle yankılanır olmuş..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Ilık bir bahar sabahının sisi kadar yoğun ama zehir kadar acı bir gökyüzüne açarmışız gözlerimizi.. Havamız kirliymiş, çeşmelerimizse dilsiz.. Mahâllede şenlik olurmuş bir tanker gelip üst sokağa yanaştığında.. Bütün mahâlleli kovalarını, bidonlarını yüklenip suya olan hasretini gidermeye koşarmış çoluk çocuk.. Gün aşırı elektriği kesilen yarı bodrum evlerin karanlığını ailecek edilen sohbet ve söylenen şarkılar dağıtır, aydınlatırmış.. Komşuluk varmış biz çocukken.. Hemen her gün bir başkasının evinde, bahçesinde toplanılırmış.. Kısırlar, poğaçalar, kekler havada uçuşurmuş ve bir de onların târifleri... "Ben de yapıyorum ama seninki gibi olmuyor" cümlesi tâ o günlerden aklımıza kazınmış..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Oyun oynadığımız topraklarımız varmış, tepesine tırmanıp en olmuşunu aradığımız meyve ağaçlarımız.. Bâzen rahat batarmış; kamyonların, traktörlerin peşine takılıp kanatırmışız dizlerimizi.. Bir yaramız kabuk bağlamadan yenisini açacak kadar yaramazmışız.. Zamanla ağaçların yerini dev betonlar almaya başlamış.. Dün top oynadığımız arsaların üstünde bugün sevimsiz inşaatlar görünce oralar olmuş oyun alanlarımız.. İkinci kattan kuma atlayan komşunun çocuğunu görüp gaza gelmişiz, ta üçüncü kattan kuma bırakmışız kendimizi.. Nerdeyse belimize kadar battığımız o kumları ayakkabılarımızdan çıkarırken, kırılamaz bir rekora imzâ atmanın haklı gurûru olurmuş üstümüzde.. Çünkü hiçkimse dördüncü kata kadar çıkmaya bir türlü cesâret edememiş..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bâzen üç silâhşörleri paylaşmışız aramızda; uzun-sarı saçlarına bakıp onu kız zannettikleri için Dartanyan'ı bana bırakmışlar hep.. Bâzen de Ninja Kaplumbağalar'a heves etmişiz; lâf aramızda, Leonardo'nun kılıcı hep cezbetmiş beni usuldan.. "Çocuklara kötü örnek olmasın" diye sigara bıraktırılan Red Kit'in ağzındaki çırpıdan bulmuş ve bisikletlerimize de "Düldül" demişiz.. Ve şimdi şimdi ancak anlıyoruz ki bir çocuğun makam aracıymış o iki tekerleki "savaş arabası".. Bizim kahramanlarımız da pek bi' naifmiş.. En serti He-man'miş.. Ama ona özenip de tahtadan yaptığımız kılıçlarla hiçbir akrânımıza bir fiske dahi vurmamışız.. Çünkü o zamanlar hayat da savaş da bizler için birer oyunmuş..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bir sabah Körfez Savaşı'na açmışız gözümüzü, bir sabah da Bosna katliâmına.. CNN canlı yayınla vermiş bâzen çatışmaları.. Halepçe'ye salınan sinir gazını, Basra'ya atılan füzeyi, Saraybosna'da mâsum çoculara sıkılan kurşunu, Hocalı'da gebe kadının karnına saplanan süngüyü anlamadan dinlemişiz.. İnsanın insana yaptığı bunca zûlmü almamış çocuk aklımız.. Ekran başından kalkıp sokağa atmışız kendimizi, acı gerçeklerden oyuna kaçmışız.. Helikopterlerden atılan îlânları toplamak gibi bir meşgâle bulmuşuz hemen kendimize.. Daha çok toplayanın kazandığı uydurma bir oyunmuş bu aslında.. En sonunda tüm toplanan kağıtlar bir araya gelip eşit dağıtılmış; herkes evindeki kömür sobasını tutuştururken kullansın diye... "Soba" dedim de... Ne çok işe yararmış o demir yığınları?? Kahvaltı saati bir yanında çay demlenirken, diğer yanında nar gibi kızaran ekmekler sabırsızlıkla margarini beklermiş.. Akşam üzeri yemek tencereleri dizilirmiş sıra sıra.. Bacasının tellerine ıslak çamaşırlar serilirmiş.. Yemek bitince çaydanlık gelirmiş, tencerelerin hepsini kovarmış krallığından.. Kibrinden kaynamaya başladığı anda işgâlci kestâneler atağa kalkıp tahtından edermiş onu.. Az sonra onlar da yenilip kabukları sobanın ateşine bırakılırken mandalina kabukları devralırmış nöbeti.. Sobanın kurum tadındaki kokusunu bastırıverirmişler.. İçindeki suyu sobanın ateşiyle ısıtan bir güğüm eşliğinde pazar gecelerine bırakılan banyodan hemen sonra; sobanın huzur veren o güldür güldür yanışı eşliğinde dalınırmış en güzel, en huzurlu uykulara..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bayram sabahları diğer hiçbir güne benzemezmiş.. Bir elimizden heyecan, diğerinden mutluluk tutarmış da bulutların üstünde yürütürmüş sanki bizi.. O zaman, sevdiğimiz hiçkimse ölmemiş henüz ve öpülecek bir o kadar fazladan el ve alınacak harçlık varmış.. Kimsecikler de bayram günü kapısına gelen bir çocuğa hırsız gözüyle bakmazmış; şekerin en güzelinden, tatlının en tatlısından, harçlığın da en bolundan ikrâm edermiş herkes.. Yaşayan en büyüğün ve belki de tek dedenin evinde toplanırmış çocuklar-torunlar.. En küçük torun, bütün şımarıklığıyla sofranın en başındaki yeri kendine ayırırmış.. Kimse de ona kızmazmış..
Çocuktuk biz, birer küçük çocuktuk..
Bir sabah yine uyandık ve bir anda büyüdük.. Birden bire en sevdiklerimiz ölmeye, en yakınlarımız terk etmeye başladı.. Hayat bir masal olmaktan çıkıp, taşıdıkça daha da ağırlaşan bir yük gibi bindi omuzlarımıza.. Meğer ne büyük bir ağırlık varmış bizi gökyüzüne kavuşturan o babamızın omuzlarında?? Gökyüzünün ve denizlerin aslında mâvi değil renksiz olduklarını öğrendik.. Rüyâların gerçek olmadığını ve savaşların kıyâmete kadar süreceğini... Birilerinin beş kuruş için birilerinin canına kıyabileceğini, "câiz" denip el kadar çocukların gelin edilebileceğini, ne kadar kızsa bile annemize el kaldırmayan babamızın aslında son "adam" olduğunu... Haklı olanın değil güçlü olanın kazandığını, adâletin resimlerden ve yazılardan ibâret kocaman bir safsata olduğunu... Yürekleri çürümüş insanların, bitlenmiş bir çocuktan milyon kat daha tehlikeli ve korkulası olduğunu... Masallardan soyunup gerçekleri giyindikçe aynadaki aksimizden iğrendik işte anlayacağınız..
Çocuktum ben, bir küçük çocuktum..
Gözünü; farklı yenilgiyle biten bir maçta açtığı hâlde ne kavga ne de bir küfür görmemiş, Lambada klibindeki siyah çocuğun hor görülüşüne kızmış ve anlam verememiş, yıllar boyu Haliç'in üstünden her geçişte burnunu tıkamak zorunda kalmış, oturduğu semtten bindiği otobüs Beyazıt'a tırmanırken sokak aralarından denizi gördükçe yüreği pırpır etmiş, tren yolculuklarından resimli bir kitap bulup okumanın tadını almış ve o trenlerin rayında ezilmiş bozuk paralarını kıymetli birer hazîne gibi hâlen bir köşede saklayan bir çocuk.. Ciğerleri ne idüğü belirsiz otların dumanıyla, alkôlle ve rûhu günahlarla kirlenmemiş, mâsum bir çocuk.. Şimdinin tam aksine...
Çocuktum ben, bir küçük çocuktum..
Tek derdim karın tokluğuydu ve çok değil, birazcık uyku..
* * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * * *
"Çocuklardık, parlak yıldızlardık o zaman.."
http://youtu.be/sYUYXGsFZOg
YORUMLAR
Acizane şu iki satırı yazabilirim, o da eğreti durur.
Hepimiz çocuktuk. Kimimiz büyüdü, kimimiz de büyüklendi.
Ve sadece, içindeki çocuğu öldürmeyen yaşadı.
Nerde okudum, nerde duydum hatırlamıyorum, lakin beynime
bir mıh gibi çakılan şu sözü de eklemeden geçemiycem;
çocuklarımızın ellerine verdiğimiz oyuncaklar, dünyanın kaderini belirler.
son zamanlarda okudugum en güzel blog emeginize saglık hep cocuk kalabilseydik
Bir klişeyi tekrarladım aslında.. Çoğu cümle, kendi yaşadıklarımdan kopya.. Ama yine görüyorum ki yaşananlar konusunda birçoğumuz aynı güzergâhları kullanmışız bir zamanlar.. Birçok açıdan imkânsızlıklarla dolu olsa da durup durup içlenirim çocukluğuma, herşeyden herkesten çok özlediğim odur.. Çünkü aslında özlediğim herşey ve herkes ondadır.. Sapasağlam... Ve hüzün dozu daha düşük olsun diye rahmetli dedemin köstekli saatini, traktör römorkunda gidilen köy düğünlerini, katılmak zorunda olduğum cenâzeleri atlayarak vardım son satıra.. Çünkü ben hiç istemem ki aranızdan bir kişi bile benim yazımı okumadan önce "ne olur ne olmaz" diye yakınında mendil bulundursun.. Asıl işim biraz düşündürmek ve çokça güldürmek.. Yoluna giren işlerle birlikte bunu başarmak adına daha somut adımlarım da fıkra tadında yazılar hâlinde göz önüne gelecektir umarım..
Unutmadan bir konuya açıklık getireyim:
Evet, yazı anneler günü sabahı yayınlanmıştı aslında.. Hem gözden kaçırdığım birkaç yazım hatâsı vardı, hem de benim kutlamayı ısrarla reddettiğim ve "bir doğduğu, bir de beni doğurduğu günü kutlamayı yeğlerim" dediğim anneler gününe ilişkin yazıların yoğun olması dolayısıyla düzenlemek yerine kaldırmayı ve ertelemeyi tercih ettim.. Bir yakınının cenâzesi olunca düğün ertelemek gibi düşünün lütfen.. :)
Yazarken içimi döküp rahatladığım için bana hiç uzun gelmese de şöyle bir bakınca cidden epeyce uzun olan satırlarımı baştan sona okuyan ve harcadığı zamâna bir de yorumlarını ekleyen herkese, sonra da görüntüleme sayısında emeği olanlara çok çok teşekkür ediyorum..
Devâmının gelmesiyle ilgili temennî sunan arkadaşlara da müjdem olsun, bir şarkıma ilham vermiş "Dinle İstanbul" başlıklı bir yazıyı da yakında beğenilerinize sunmak niyetindeyim.. Tek tereddütüm, "çok muhabbet tez ayrılık getirir" lâfının haklı çıkması ihtimâli..
Tekrar buraya gözü değen herkese teşekkürler...
Bazı satırlar kısacıktır ama tek cümlesinin bile sonunu getiremezsin içindeki daralıştan, bazıları da ilk bakışta uzunmuş gibi görünür, dalar gidersin akışıyla birlikte, bu şimdi okuduğum gibi...
Çok sevdim.
Teşekkürler.
Bir teşekkür de Kaideyibozanistisna'ya, çok beğendiğim şu iki cümle için:
"Hepimiz çocuktuk. Kimimiz büyüdü, kimimiz de büyüklendi.
Ve sadece, içindeki çocuğu öldürmeyen yaşadı."
Yaıznızı geriden takip ettiğim çıkacak ortaya şimdi bu yorumumla:)
Ana sayfadan düşse de yazınızı taze tuttuğumu düşünürsem ve siz de, geç de olsa bir kişinin daha okuduğunu ve beğendiğini görürseniz, karşılıklı bu durumdan memnun olacağız demektir.Blog portalda sizin de kendinize özgü bir tarz oluşturduğunuzu düşünüyorum. Yani özgün yazıyorsunuz. Çoğu yerde dile getirdiğim gibi, anlatılmak isteneni etkileyici bir şekilde okuyucuya sunmak ve etkilemek herkesin yapabileceği bir şey değil, tabi bana göre böyle...
Yazının uzun ya da kısa olması hiç öenmli değil. Okurken keyif alıyorsanız, sizi durup düşünmeye sevkedebiliyorsa, başka yerlere dalıp gidiyorsanız, kendi yaşanmışlıklarınıza bazen bir tebessüm, bazen hüzün, bazen '' hey gidi günler heyy'' deyip derin bir iç çekiyorsanız, aşka dair, sevgiye dair, yalnızlığa, hüzne, hayal kırıklıklarına vs. kısaca hayata dair ne buluyorsanız okuduğunuzun içinde, güzeldir o paylaşım.
''Dinle İstanbul'' başlıklı yazınızı da bekliyorum. Okumadan önce bütün keyiflerimi etrafıma toplayıp öyle okuyacağım:) Şimdiden teşekkürler...