Pus - İnsan Atığı
10 Haziran 2013, 13.56 A- A+Dünyanın bir başka yerinde kasıklarıma kadar sise gömülmüştüm, bir Mağribi pazarındaydım. Cehennem sıcağından sonra, hiç bitmeyecekmiş gibi bir yağmur yağmıştı yine ve görünen her şeyi de yarı görünür yapmıştı. Ellerimizde var olduğu belirsiz torbalar, bacaksız silüetler olarak süzülüyorduk bu pusun içerisinde. Saçmasapan bir semt pazarı ahalisiydik.
Üzerinde sinek bulutları olan, kanlı etler asılıydı her yerde. Renk renk meyve sebzeler, pustan yapılma yekpare, beyaz bir tezgah üzerindeydiler. Sağa sola bakınırken, bu envai çeşit renk içerisinde bir çitf mavi göz gördüm, öyle güzellerdi ki... Şu Afgan kızı Sharbat'ın gözlerine benziyordu kızın gözleri. Limon sattığını, ancak dibine kadar yaklaşınca seçebilmiştim, yere oturmuş, limon kasasını da önüne almıştı. Limonları alıp elli dirhem uzattım şerbet göze, sömürgelikten gelmiş ülkesinin kaderi Arapça, İspanyolca ve Fransızca karışımı bir dille anlaşıp, insan diliyle gülümseyerek ayrıldım yanından. Benim de içerisinde bulunduğum bu manasız kalabalık, yürüme uzuvlarından bağımsız deviniyordu sürekli. Rüya alemi gibi, gerçekle alakasız, sanki yerçekimsiz görüntülerdi bunlar.
Sis neden bu kadar etkilemişti beni bilemiyorum. Yerden yükselen bu tür görünmezlik bulutları, bazı ülke-bölge iklimlerinde oluşuyordu ve ben bu görüntüye her nerde rastlasam etkileniyordum aslında. Gerçeklikteki o pis, yalan taraf vardı ya, sanki onu görüyordum sisin içinde. Bütün pislikleri yere atabilirdiniz ve görünmez yapabilirdiniz. Geçtiğiniz andı önemlisi, sonra görünse de kaç yazardı ki, siz gittikten sonra ve sis dindikten sonra.
O pusun içinde ben de bir şeyleri kaybetmeliydim. İçimdeki pisliklere baktım; bencilliğime, söküp yerinden çıkardığım kalplere, verdiğim infaz kararlarına ve kibrime. İçimde ne kadar kötücül şey varsa, tuttum çıkardım onları yerinden...kollarımı indirdim kalçalarıma doğru ve bırakıverdim. Bacaklarımdan süzülüp gitmişlerdi işte, ayaklarımın altındaydılar artık ve bana ait değillerdi...arınmıştım. Bu kadar iyi olmaya alışkın olmayan ben, afallamış ama bir o kadar da hafiflemiştim sanki.
Mutlu olmayı bekliyordum. Önümde insan olmaya engel bir şey kalmamıştı...olacaktım. O bıraktıklarıma, başka insanlar basıp çiğneyecekti ve bana ait o pislik; ezilmiş, ufalanmış, yamyassı şeyler haline gelecekti. Kimler neler bırakmışlardı acaba bu kaybedici görünmezliğin içine.... ne akla, ne insanlığa sığmazlıklar vardı?
Pazardan çıkıp yürümeye başladım, uzaklaştıkça mutsuz oluyor, beni ben gibi hissedemiyordum. Hayır yapmayacaktım, insan filan olmayacaktım işte! Aceleyle geri döndüm pazara, pusun içerisine daldım, emeklemeye başladım, köpek gibi kokluyordum sağı solu kendime dairi bulabilmek için. Bir yığın şey vardı yerlerde; biri kevaşeliğini bırakmıştı pusa, ilk onu gördüm, bir sürü çocuk olmaya heveslenmiş meni kalıntıları vardı üzerinde...hala ekşi ekşi kokuyordu. Bu kadar devasa bir çöplükte, daha önce hiç bulunmamıştım, daha önce bu kadar leş bir koku duymamıştım. Oysa ayaktayken çilek ve mango kokuyordu ortalık. Pus kokuyu da mı saklıyordu?
Sol dizim bir şeyi ezmişti emeklerken, dönüp baktım; cenindi bu, bir çığlık atıp kurtardım kendimi olmamış insan yavrusundan. Hangi günahın günahsızıydı bu çocuk, ne için terk edilmişti bu pusa, üzerinde kurumuş kalmış göbek bağıyla hangi lanet olası insandan bozmaya bağlıydı acaba hayatı elinden alınmadan önce? Devinen insan bacakları ve bu rastladığım insan safraları, alt üst etmişti beni. Üzerine basılmış ihanetler, bir ayağın altında dümdüz olmuş cinayetler, para hırsları, riyalar, egolar görüyordum. Kendi pisliğimi bulamamıştım daha, benzerlerini görüyor ama ayırt edebiliyordum kokusundan..ben kokmuyordu onlar.
"Acaba bu yerdekilerin sahipleri mutlu oldular mı?" diye düşündüm. Bir ben miydim geri dönüp özündeki kiri arayan? Herkes insan olacaktı da bir ben mi kalacaktım ucube? Panikledim...kalkıp gitmek istedim saframı burada bırakıp. O sıra birisiyle göz göze geldik, biraz sonra kavgaya tutuşacak olan ve birbirlerine paralize halde bakan vahşi hayvanlara benziyorduk. Öylece biraz kaldıktan sonra, "sen de mi pişman oldun" dedi bana. Hınçla baktım yüzüne cevap vermeden ve gözümü gözünden alıp yönümü değiştirdim. Demek ki vardı onun da kiri,pisi...onları düşünüp iğrendim ondan. İnsan ne kadar da aptal olabiliyor. Oysa sadece, o da benim gibi biriydi; kötü de olsa, kendini arayan ve yalnızca kendine sadık olan biri.
Bulmuştum bana ait olanları...hepsini düzeltip, özenle yerlerine yerleştirdim, ayağa kalktım. Kasıklarıma kadar insan, sonrası ne olduğu bilinmez bir şey olarak, içim rahat yürümeye başladım. Ayağımın altında eğilip bükülenleri, çatırdayanları hissedebiliyordum, güzel gözlü kız limonlarını bitirmek üzereydi, ilk gördüğümde tiksindiğim üzerinde sinekler uçuşan kanlı etler bana çok sıradan görünüyordu artık ve hatta temizce bir şeyler gibi.
İnsanların yüzünde manasız bir gülümseme vardı, belli ki rahatlamışlardı. Gördüğüm bu aptal suratların hepsinden iğrendim, hepsi birbirinin aynı ve mutluydular. "Rafine insanın dayanılmaz hafifliği" dedim içimden "pehh". Yaşayamazlardı ki bu pis dünyada bu biçimleriyle. Emindim; bir süre sonra, dönüp yine kendilerini arayacaklardı bu yeraltı pusunda, emindim; deforme olmuşlarını, elleriyle yuvarlayıp kabartacaklar ve çıkardıkları yere koyacaklardı yeniden...yeniden olması gereken olacaklardı, geç kalanlar, nafile çabalayacaklar, bir sonraki büyülü pusu bekleyeceklerdi çaresiz....belki onları hiç bulamayacaklar, hep böyle aptal bir temizlikte kalacaklardı ya da kendilerine yeni kirler beğeneceklerdi pis dünyanın tezgahından.
Bir an önce kurtulmak istiyordum buradan..adımlarımı sıklaştırdım. Hepsini küçümsüyordum; ne kadar acizdiler, kendilerine yapay bir temizlik edinmişlerdi ve sanki hiç kirlenmemiş gibi aptal aptal gülümsüyorlardı. Kimi kandırıyorlardı ki !
Neredeyse koşar adım yürürken, sisin içinde emeklerken gördüğüm bir çift gözün sahibiyle karşılaştım yine. Yüzünde gülümseme yoktu, ne kadar sahiciydi. Beni görünce, ince dudakları gerildi, hafifçe yukarı kıvrıldı uçları...acı tebessüm tam da böyle bir şey olsa gerekti. O biliyordu...belli ki daha önce tecrübe etmişti bunu, anlayışla gülümsedi bana, acı ama sahici bir gülüşle ve çekip gitti yanımdan. İki ancak safrasıyla mutlu olabilen, kendine sadık ucube olarak, ayrı yönlere doğru yürüdük ve omuzlarımızın arkasından son bir kez baktık birbirimize. Son bakışta aşık olan, iki potansiyel aşıktık. Yine de yürüdük gittik yolumuza...o bakışı ebediyen saklayacaktık.
http:https://www.youtube.com/watch?v=iqIP5CeEK_c?rel=0
Temizce kalın...
YORUMLAR
Bu adamı daha önce de bir kez dinlemiştim niyeyse tekrar dinlemek şimdiye nasip oldu ...Fena da değil neden tekrar dinlemediysem artık...
Fazlalık düşüncesiyle içinden attığın kötü duygular ve onları geri almak için yerde ararken emekler halde karşılaştığın cenine(sembolik) karşılık hissettiklerin... Sis'e bıraktıkların ve ondan geri aldıkların... Sis'e içini döken, akıtan çok insanla karşılaştım, yazdı onlar hep ben de okudum, sen geri almışsın onları, pişmanlıkla üstelik ve mavi gözlü limoncu kızla karşılaşmışsın, içini asıl rahatlatan bu olmuş sanki. Sonra O gelmiş, vazgeçilmez olan, yakışan sana ve hikayene. Yazı bana değdi, o bakışları sevdim, ben de saklamak isterim bulursam eğer.
Link için de iki kelam edeyim. Bunu bizim, yurtdışında Türk guruptan dinledim, ünlü bi guruptan, çabulcu ayyaş gibiydiler şarkıyı söylerken(ciddiyim), bizim Türk'ün "Ai du"sundan ne beklenirdi ki başka? Belki telden dinlediğim için öyle geldi...
Çok iyi geldi yeniden dinlemek, yakışmış dökmelerine... Emeğine sağlık.
https://www.youtube.com/watch?v=-0T-JVeYXxs
Dünya her şeyi ve her türlü şeyi isteyen insanlarla dolu. Küçük bir kısım insansa masivadan yüz çevirmiş bir biçimde ve fakat nefislerini "gözleri tamamen kapalı" yapamadıkları için türlü hayal ve arzularını öte dünyaya salıp, isteğin hayali ile gerçeğin bilinci arasına bir çapa atıyor, ağ örüyor. Bu ağ örme işi yeni değil, tuhaf değil, alışılmadık hiç değil... Ama klas, klas çünkü pek çok insan ördüğü ağın gerçekliğine, çorbasına düşen kanadı kopuk sineğe inandığı kadar içten inanıyor.
Dünya insanın midesini bulandırıyor. Sinekle ayrılan tek noktası da bu: dünya büyük ama mide bulandırıcı. Arzuları istekleri bir başka mecraya sarkıtmak, bir anlamda dünyanın yetersizliğini bilmek anlamına geliyor, işte klas olan bu. Dünya eksik yetersiz bir yer. Bir su ve bir toprak birikintisiyken, çamur haline gelip üzerimize sıçramış bir dar evren.
"Bir şey isteseydim o da, artık "isteme"yi istemeyeceğim bir mekanda bulunmak olurdu" demiştim bir yazımda. Bir nevi Peyami Safa'nın Yalnızız'ındaki Samim'in düşlediği Simeranya gibi. Herkesin bir Simeranya'sı vardır ya, yazını okuduğumda senin için düşlediğim iklim burasıydı. Evet Mağrip... Ve fakat tarihin eski zamanlarındaki Mağrip...
http://www.youtube.com/watch?v=PUbjOZDWClw
Mağrip pazarına nasıl girdiğinin müziği bu. Tarık Bin Ziyad ile Endülüs'ü feth etmeye gidiyorsunuz. Gemileri, şehirleri yakıyorsunuz. Dört bir yanda acı çığlıkların terennümü. "Leş kokuyor gözlerim ve bir şehir kadar bulanıyor midem" deyip yarenlerinden ayrılarak "pazar"a giriyorsun...