Dinle İstanbul..
22 Haziran 2013, 03.13 A- A+
Kararlı adımlarını atarak çıkarsın huzur yuvası evinden.. Çocukların şamatasından, komşuların tantanasından, kornaların bağırtısından sıyrılarak çıkarsın kenar mahâllenin çarpık yollarından.. Bir araç seçersin kendine; şehrin kâlbine en kısa sürede ulaşacak bir araç... Kulağında inceden bir müzikle tıngır mıngır yol alırsın özlediğin bir manzaranın seyrine doğru.. Kalabalık caddeler bitip de serin rüzgârıyla deniz karşıladığı anda, o tuzlu suyla yıkanır gider zihnini tartaklayan bütün hengâme.. Âdetâ gidiş yönünün tam aksine doğru akıp terk eder bütün olumsuz düşünceler bedenini.. Mâvinin biri açık, biri koyu iki tonunun bulutların ve martıların aracılığıyla buluştuğu ufka bakıp derince iç çekersin..
Deniz havası acıktırıverir insanı bir anda.. Bir yandan tâze akşam simidinin kokusu, bir yandan ızgarada cızır cızır kavrulan balıkların çağrısı cezbeder insanın açlığını hunharca.. Bu kararsızlığın üstüne tuz biber eker gibi, kokoreççinin perküsyon solosuna takılır kulakların.. Derken közlenmişi mi daha lezizdir yoksa haşlanmışı mı bilemediğin mısırlar çelmeye çalışır aklını.. Az ilerden yükte hafif, pahada ağır kestâneler de göz kırpar çapkın bir ifâdeyle.. Ne istediğini bilemeyen ayran gönlünün feryâdını tuzlu bir ayranla bastırıverirsin çâresiz.. Beklediğin vapur gerisin geri dönerken Halic'in her yanına tek tek selâm verir ve sağ omzuyla dayanır her dalgada sallanan iskeleye.. Sırtından onlarca insandan ibâret bir kâfileyi indirirken yeni kâfileler için yer açmaktadır aynı zamanda.. Denize tepeden, şehre uzaktan ve eşsiz bir güzelliğe tam ortasından bakmak üzere en esintili yerine yerleşirsin.. Ve demin seni aç bırakan o çeşitliliğin yerini de karnından çok gözünü doyuracak bir sâdelik alır.. Çünkü eğer bir vapurun güvertesini restoran bellediysen menün ezelden bellidir; sıcak çayın yanında çıtır simit ve belki bir parça peynir... O rızkın yarısını da kuşlarla üleşeceğini bilirsin ve dünyânın en cimri insanı bile olsan, o kısacık yol boyunca sana yârenlik eden martıların ricâsını kıramazsın ve bu ikrâmına, gösterişli bir süzülüşle teşekkür ederler..
Bin ayrı sözlükten ezberlemiş olsan bile, dönüp de güneşi arkasına almış o şehri gördüğün an değişir aklındaki güzellik târifi.. Onlarca rengi kucağında taşıyan en şâheser bir tabloda göremeyeceğin kadar derin bir resim durur karşında; mâvinin, siyahın ve beyazın sırf birkaç tonuyla... Hem Tanrı'nın sanatına hayran kalır hem de bu kadar özen gösterdi diye için için kıskanırsın şehr-i İstanbul'un câzibesini.. Gözlerinden şarkılar dinlediğin ve dudaklarından aşkın bâdesini tattığın dudakları getir gözünün önüne.. O yekpâre silûetin yanında esâmisi bile okunmaz.. Ve ne ıstakozda, ne pizzada, ne de kebapta bulamazsın o simidin tek bir susamının hazzını.. Eski İstanbul'a sırtını verdiğin an bambaşka bir yüzüyle karşılaşırsın.. Yüzün düşer biraz.. Târih kokan sûretin yerine şimdi betonlarla çevrelenmiş, üstü açık bir hapishâne bakar insanın yüzüne yüzüne tüm çirkinliğiyle.. Başını bulutlara yanaştırdıkça kibriyle yükselen binâlar görürsün.. Ciğerlere ve kulaklara egzozlarıyla tecâvüz eden lüks arabalar alır tramvayların yerini şehrin öte yanında.. Şehir insanının özünden ayrılışının, kendine yabancılaşmasının canlı resmi gibidir birkaç dakîkalık o yoldan sonra gelen değişim..
Yeni şehrin tam göbeğinde, bir ucundan bir ucuna binlerce insanın amaçsızca gidip gidip geldiği bir cadde özetler insanların içindeki boşluğu.. İlk bakışta herkesin yüzünde nedensiz bir gurur görürsün, ayakları yere basmayan ve türdeşlerine tepeden bakmaya alışmış canlıların içinde sen de kendini yabancı hissedersin.. O kadar yok sayarlar ki kendileri dışındaki dünyâyı, içinden geçip gideceklerini sanırlar.. Sert bir çarpışma tek kanıtıdır onlar için, senin bir hayâlet ya da illüzyon olmadığının.. Kibarlığın beş para etmediği yere gelmiş çatmışsındır.. "Pardon" dersen eğer "pardon çıkalı..." diye başlayan hakârete dâvet çıkarmışsın demektir.. Kayıkçı kavgası misâli kaşlarını çatarak ve kendinden emin bir ses tonuyla "önüne baksana, arkadaşım" deyip sınırı çizersin ve sözünü ettiğim "pardon"u karşındaki saygısıza devredip yoluna devâm edersin.. Önce "bunca insanın orada ne işi olduğunu" sorarsın kendi kendine; sonra içinden bir ses "e senin ne işin var?" deyince anlarsın oraya âit olmadığını ve usulca terk etmeye koyulursun.. Şehrin, târih kokan yörelerine doğru seğirtirsin yavaş adımlarla.. Yolunun üstünde değil senin, hiçbir insanın âit olamayacağı bir dünyânın gayrimeşrû çocuğuyla karşılaşırsın.. Para karşılığı bedenlerin elden ele geçtiği, bir cüsselik etin karşılığının bir parça ekmek ve bir yudum su olduğu, kapısında kelli-felli adamları(!) görünce erkekliğinden tiksineceğin bir başkalaşım görseli... İşçisine acıyıp müşterisine kızarken, işverenlerinin yedi sülâlesine lânet okuyacağın belki de en berbat sektörün çirkef arastasının önünden mîden bulanarak zor atarsın kendini Galata'nın kıyısına..
Suyun öte yakasındaki yozlaşmadan korkar ve kaçarsın "baba ocağı" bellediğin târihî yarımadaya.. Son bir kez daha denize bakıp ondan ricâcı olursun, çevresinde dolaşan bütün pislikleri bir bir yıkayıp götürsün diye.. Dalgaların dilinden idâre eder deniz seni; "bakarız" der gibi son bir kez kabarır.. Az önce sofrana konuk ettiğin martılarla da vedâlaşıp târihe tanıklık eden binâların gölgesinden yürürsün yedi tepeden birine doğru.. Kuytu bir gölgeliğe çöker kurulursun; önünde leziz bir nargile ve rengi kızıla çalan demli çayınla, edepten nasip alabilmiş dostlarını karşına koyup sohbetlerinde ararsın diğer yakada kaybettiğin neşeni.. Ağırlaştıkça anlatır, anlattıkça hafiflersin.. Her yudumda, bu şehre neden âşık olduğunu bir kez daha hissedersin ciğerlerinden damarlarına kadar.. Bir ömrün olsun istersin; güzel ve mağrur, en az İstanbul kadar...
Loreena McKennitt - Marco Polo: http://youtu.be/JvPu2PGzcSg
(Epey bir zaman önce yazdığım ve sözünü çok ettiğim yazım.. Özel olarak okuma isteğini belirten arkadaşlarım için paylaşmış bulundum.. Ondan ziyâde her ne kadar sürç-i lîsân etmişsem affola..)
Deniz havası acıktırıverir insanı bir anda.. Bir yandan tâze akşam simidinin kokusu, bir yandan ızgarada cızır cızır kavrulan balıkların çağrısı cezbeder insanın açlığını hunharca.. Bu kararsızlığın üstüne tuz biber eker gibi, kokoreççinin perküsyon solosuna takılır kulakların.. Derken közlenmişi mi daha lezizdir yoksa haşlanmışı mı bilemediğin mısırlar çelmeye çalışır aklını.. Az ilerden yükte hafif, pahada ağır kestâneler de göz kırpar çapkın bir ifâdeyle.. Ne istediğini bilemeyen ayran gönlünün feryâdını tuzlu bir ayranla bastırıverirsin çâresiz.. Beklediğin vapur gerisin geri dönerken Halic'in her yanına tek tek selâm verir ve sağ omzuyla dayanır her dalgada sallanan iskeleye.. Sırtından onlarca insandan ibâret bir kâfileyi indirirken yeni kâfileler için yer açmaktadır aynı zamanda.. Denize tepeden, şehre uzaktan ve eşsiz bir güzelliğe tam ortasından bakmak üzere en esintili yerine yerleşirsin.. Ve demin seni aç bırakan o çeşitliliğin yerini de karnından çok gözünü doyuracak bir sâdelik alır.. Çünkü eğer bir vapurun güvertesini restoran bellediysen menün ezelden bellidir; sıcak çayın yanında çıtır simit ve belki bir parça peynir... O rızkın yarısını da kuşlarla üleşeceğini bilirsin ve dünyânın en cimri insanı bile olsan, o kısacık yol boyunca sana yârenlik eden martıların ricâsını kıramazsın ve bu ikrâmına, gösterişli bir süzülüşle teşekkür ederler..
Bin ayrı sözlükten ezberlemiş olsan bile, dönüp de güneşi arkasına almış o şehri gördüğün an değişir aklındaki güzellik târifi.. Onlarca rengi kucağında taşıyan en şâheser bir tabloda göremeyeceğin kadar derin bir resim durur karşında; mâvinin, siyahın ve beyazın sırf birkaç tonuyla... Hem Tanrı'nın sanatına hayran kalır hem de bu kadar özen gösterdi diye için için kıskanırsın şehr-i İstanbul'un câzibesini.. Gözlerinden şarkılar dinlediğin ve dudaklarından aşkın bâdesini tattığın dudakları getir gözünün önüne.. O yekpâre silûetin yanında esâmisi bile okunmaz.. Ve ne ıstakozda, ne pizzada, ne de kebapta bulamazsın o simidin tek bir susamının hazzını.. Eski İstanbul'a sırtını verdiğin an bambaşka bir yüzüyle karşılaşırsın.. Yüzün düşer biraz.. Târih kokan sûretin yerine şimdi betonlarla çevrelenmiş, üstü açık bir hapishâne bakar insanın yüzüne yüzüne tüm çirkinliğiyle.. Başını bulutlara yanaştırdıkça kibriyle yükselen binâlar görürsün.. Ciğerlere ve kulaklara egzozlarıyla tecâvüz eden lüks arabalar alır tramvayların yerini şehrin öte yanında.. Şehir insanının özünden ayrılışının, kendine yabancılaşmasının canlı resmi gibidir birkaç dakîkalık o yoldan sonra gelen değişim..
Yeni şehrin tam göbeğinde, bir ucundan bir ucuna binlerce insanın amaçsızca gidip gidip geldiği bir cadde özetler insanların içindeki boşluğu.. İlk bakışta herkesin yüzünde nedensiz bir gurur görürsün, ayakları yere basmayan ve türdeşlerine tepeden bakmaya alışmış canlıların içinde sen de kendini yabancı hissedersin.. O kadar yok sayarlar ki kendileri dışındaki dünyâyı, içinden geçip gideceklerini sanırlar.. Sert bir çarpışma tek kanıtıdır onlar için, senin bir hayâlet ya da illüzyon olmadığının.. Kibarlığın beş para etmediği yere gelmiş çatmışsındır.. "Pardon" dersen eğer "pardon çıkalı..." diye başlayan hakârete dâvet çıkarmışsın demektir.. Kayıkçı kavgası misâli kaşlarını çatarak ve kendinden emin bir ses tonuyla "önüne baksana, arkadaşım" deyip sınırı çizersin ve sözünü ettiğim "pardon"u karşındaki saygısıza devredip yoluna devâm edersin.. Önce "bunca insanın orada ne işi olduğunu" sorarsın kendi kendine; sonra içinden bir ses "e senin ne işin var?" deyince anlarsın oraya âit olmadığını ve usulca terk etmeye koyulursun.. Şehrin, târih kokan yörelerine doğru seğirtirsin yavaş adımlarla.. Yolunun üstünde değil senin, hiçbir insanın âit olamayacağı bir dünyânın gayrimeşrû çocuğuyla karşılaşırsın.. Para karşılığı bedenlerin elden ele geçtiği, bir cüsselik etin karşılığının bir parça ekmek ve bir yudum su olduğu, kapısında kelli-felli adamları(!) görünce erkekliğinden tiksineceğin bir başkalaşım görseli... İşçisine acıyıp müşterisine kızarken, işverenlerinin yedi sülâlesine lânet okuyacağın belki de en berbat sektörün çirkef arastasının önünden mîden bulanarak zor atarsın kendini Galata'nın kıyısına..
Suyun öte yakasındaki yozlaşmadan korkar ve kaçarsın "baba ocağı" bellediğin târihî yarımadaya.. Son bir kez daha denize bakıp ondan ricâcı olursun, çevresinde dolaşan bütün pislikleri bir bir yıkayıp götürsün diye.. Dalgaların dilinden idâre eder deniz seni; "bakarız" der gibi son bir kez kabarır.. Az önce sofrana konuk ettiğin martılarla da vedâlaşıp târihe tanıklık eden binâların gölgesinden yürürsün yedi tepeden birine doğru.. Kuytu bir gölgeliğe çöker kurulursun; önünde leziz bir nargile ve rengi kızıla çalan demli çayınla, edepten nasip alabilmiş dostlarını karşına koyup sohbetlerinde ararsın diğer yakada kaybettiğin neşeni.. Ağırlaştıkça anlatır, anlattıkça hafiflersin.. Her yudumda, bu şehre neden âşık olduğunu bir kez daha hissedersin ciğerlerinden damarlarına kadar.. Bir ömrün olsun istersin; güzel ve mağrur, en az İstanbul kadar...
Loreena McKennitt - Marco Polo: http://youtu.be/JvPu2PGzcSg
(Epey bir zaman önce yazdığım ve sözünü çok ettiğim yazım.. Özel olarak okuma isteğini belirten arkadaşlarım için paylaşmış bulundum.. Ondan ziyâde her ne kadar sürç-i lîsân etmişsem affola..)
YORUMLAR