Kibir...
30 Ekim 2013, 19.19 A- A+ Sahile yakın market sahibi anlatıyordu;
Denizin kıyısında müstakil bir evde otururdu, yaklaşık 200 metre buraya...Yanında yöresinde başka bina yoktur. Saçı sakalı birbirine karışmış bir adamdı, berber yüzü görmemiş bir hali vardı. Çok sık alışveriş yapmaz, köpeği için et, kendine de konserve türü şeyler alırdı. Listeyi elime tutuşturur, göz temasına bile girmez, iki kelime etmezdi benimle...kimseyle de ettiğini gören olmamış zaten, "dilsiz" diye düşünmüştüm bir ara. Bir aya yaklaşmıştı gelmediği, birkaç kez çocuğu yollayıp yeni gelen ürünlerin bulunduğu kataloğu bırakmasını istemiştim. Kapı açılmamış, içeriden sadece köpeğin havlama sesi geliyormuş. Çocuk reklam kataloğunu kapıya sıkıştırıp dönmüştü buraya. Üzerinde durmamıştım bunun, insanlardan uzak bir tipti ne de olsa...açmamış olabilirdi kapıyı. Bundan ibaret bildiklerim.
Polis teşekkür edip ifadesini imzalattı market sahibine.
------------------------------------------------------
Lüks bir apartman dairesinde yaşıyordu önceleri. Tahammül edebiliyorken insanlara, güzel bir işi, güzel bir evi, güzel bir karısı vardı. Tanıdığı birçok insanı beyinsiz buluyor, büyük büyük burnunu kıvırıveriyordu onlara. Ne kadar inceliksiz, ne kadar kaba saba, ne kadar cahil, kültürsüz ve akılsızdılar. Aklı ermiyordu bir türlü buna; neydi yani, doğdukları gibi mi kalmışlardı, insan üzerine hiç mi bir şey koymazdı, saf hal miydi bu? Pehhh...düpedüz hayat asalaklığıydı yaptıkları, mal gibi yaşayıp gidiyorlardı işte!
Doğuştan gelen değerlerle övünülür müydü hiç? Kendini ne haline getirirsen o olurdun...ötesi yoktu onun için. Ortalama zekayla doğan bir insanın doğuştan gelen tek kazanımı başka ne olabilirdi ki...gerisi insana kalmamış mıydı? Nasıl büyüdüğünü, nasıl hayatı tırnaklarıyla kazıdığını bir o bilirdi bir Allah. Hala o kanla karışık hayali kiri pisi görürdü tırnaklarının arasında. Hayata tutunma izleriydi onlar, aldığı yara izleriydi. Bütün bu aptallar sürüsüne sorsan bir yığın mazeretleri vardı; durumları iyi değildi, vakitleri yoktu, şanssızlardı vs vs vs...bitmez tükenmez mazeretler silsilesi. Onlarınki de gerekçe miydi? Pehhh!!...Ağız dolusu söverdi hepsine... hepsi birer bok çukuru, işe yaramaz birer pisliktiler.
Evlenmişti... Altın sarısı saçları, duru mavi gözleri vardı kadının. Aldanmıştı tabii... erkek zaafiyeti işte... O gözlere binbir anlam yüklemiş, durup düşünmemişti, içlerinde bir pırıltı aramamıştı zekaya dair. Bütün hayatı kılık kıyafet almakla, televizyondaki saçmasapan dizileri takip etmekle geçerdi kadının. İki lafı bir araya getiremez, apışıp kalır, rezil rüsva ederdi onu arkadaşlarının yanında. Gırtlağına çöktüğü olmuştu bir iki kez...zor ayırmıştı arkadaşları. İki ay sonunda kadının ne olduğunu görmüş, iki yılda ancak boşanabilmişti. Defolup gitmişti hayatından nihayetinde...çuval dolusu tazminat ve hatırı sayılır meblağda bir nafakayla pek tabii.
Şiddete meyli vardı. Aptallık, zeka yoksunluğu ve cehalet çileden çıkarıyordu onu. İşyerinde de astı olsun üstü olsun tahammül edemezdi buna. Genel müdürün alnının ortasına mektup açacağı fırlatmıştı bir keresinde. Neyse bir şey olmamıştı adama, davacı da olmamıştı ama işinden etmeye yetmişti bu onu. Parlak özgeçmişi bir mektup açacağının sivri tarafıyla heba edilmişti kendi tarafından. Olsun...haddini bildirmişti işte embesil herife!!!
İnsanların eblehlikleri dışında başka özelliklerini de keşfetti sonraları. Zekasına saygı duyduğu, sevip saydığı arkadaşları bile hızla uzaklaştılar ondan. Bir Allahın kulu onu ne aradı, ne de aramalarına yanıt verdi. Hiçbir şey dert değildi; bir tarafa fırlatıp attığı ailesi, aptal karısı, eskiden sevip saydığı çıkarcı arkadaşları, şu, bu...hepsi defolabilirdi!! Bir daha işe adım dahi atmasa ona iki ömür yetecek kadar servet yapmıştı. İnsandan olma ne arkadaşa, ne kadına, ne de başka bir şeye ihtiyacı yoktu. Ağzının payını bir güzel almıştı insan cinsinden.
Hayvan sevgisi böyle gelişmişti içinde. Daha önceleri hiç mi hiç iltifat etmediği sokak hayvanları bile insandan daha insan gelmeye başlamıştı ona artık. Pitbull cinsi köpeğini o zaman almıştı, Allah'a şükretmişti onu yarattığı için. Ne güzel, ne akıllı bir şeydi o...nasıl itaatkar, nasıl dosttu. Ama onun da sadakati ölmeye ramak kalıncaya kadardı. Bunu bilemezdi...bilemedi de...
Yıllardır onu zorlayan kalbi "tak" demiş durmuştu bir gün. Köpek her tarafı sıkı sıkı kilitli evden bir türlü çıkamamış, dört gün boyunca havlayıp durmuştu. Nafile...duyuramamıştı sesini. Beşinci gün evdeki bütün yiyecekler tükenmiş, geriye bir tek adamın çürümeye yüz tutmuş bedeni kalmıştı tüketilebilecek. Hayvandı nihayetinde...hafif kokmuş ete bir ısırık attı, sonra bir ısırık daha...Bütün bu olup bitenleri görebilseydi adam, hem sadakatsiz hem de sözünde durmaz ilan ederdi köpek cinsini de şüphesiz. Görebilseydi şayet...
Tutanak raporları için çekilen kokuşmaya yüz tutmuş, birazı yenmiş cesedi ona ait son fotograf olmuştu. Yüzünde kibirden eser yoktu.
İnsan kibriyle yalnız kalır.
Tahakküm edemediği hiçbir şeyi sevemez olur.
İnsan insanın hükümranı olmadığından,
Tahakkümsüzlüğe tahammülü de imkansız hale gelir.
Hükümranı olacağı bir hayvan seçer kendisine...
Bir gün tahakküm edemez olursa ona da eğer;
Sabık mütehakkim gün gelir bizzat o hayvan tarafından yenilir
Vahşice...
YORUMLAR
Başlıkta yazılı olan “kibir”i görünce “işte benim günahım” deyu bir hışımla tıkladım sayfaya ve fakat gerek yorumlardan dolayı, gerek son günlerde blog ortamındaki sevimsiz olaylardan dolayı, gerek kendi iç dünyam ve gerekse yazıdaki karakteri farklı değerlendirmemden dolayı girift oldum. Aslında bu konuda blog yazabilirdim, belki gene yazarım ama şimdilik kısa bir geçiş yapayım dedim. Hepimiz birlikte yaşıyoruz. Azımsanmayacak kadar çok kişinin hayali bir dağ evinde yalnız, deniz kıyısındaki bir kulubede bir başına hayatını sürdürmektir belki, insanlardan ve medeniyetin getirdiği, dayattığı tüm "şeylerden" uzak kalmayı, ruhumuzu arındırmayı arzulasak da ama işte kimimiz on beş milyonluk, kimisi daha küçük ama sonuçta şehirlerde yaşıyoruz, iç içe, alt alta, üst üste. Bunca insanla sürekli bir etki-tepki içerisindeyiz. Dışımızdaki dünyadan sürekli bir şeyleri algılamak durumundayız, o algıları anlamlandırmak, düşünmek, kendimize uyarlamaktan başka bir şey değil yaptığımız. İster bir vapurda el ele tutuşan bir çifti gördüğümüzde, ister yanımızdan geçerken cep telefonunda söyledikleri kulağımıza gelen birinin söylediklerini işittiğimizde veya bir annenin çocuğunu azarladığına şahit olduğumuzda, hemen zihnimizde bir şeyler kuruyoruz o "hiç bir şey bilmediğimiz" olay, yani uyarıcı hakkında. Bir takım simgeler var kafamızda oluşmuş, bu simgeler bizim için yargı hükmünü alıyor zamanla ve uyarıcılar eğer o simgelere uyum gösteriyorsa anlamlandırıyoruz kendimize göre ama anlamıyoruz. Anlayamayız ki, çünkü bilmiyoruz. Vapurda el ele tutuşan çifti gördüğümüzde birbirini seven iki insanın karşımızda olduğunu düşünürken, onların belki de yarım saat önce oturdukları cafede ilişkilerini noktaladıklarını, adamın kızı teskin etmek için o vapur karşı yakaya geçene kadar elinden tutmak istediğini ve kızın da buna ses çıkarmadığını bilebilmemiz mümkün mü? Cep telefonunda karısına sevgi sözcükleri sıralayan adamın aslında metresinin yanından geldiğini? Çocuğunu sertçe azarladığı için uzaktan pis pis baktığımız annenin şefkatini? Biz sadece gördüklerimizi biliyoruz ve ister bahsettiğim anlık enstantaneler olsun, isterse çok daha yakın olduğumuz insanlar ve yaşadıkları olaylar, aslında hiç ama hiç bir şey bilmiyoruz. Kimse de bizi bilmiyor. Çünkü anlamıyor. Tıpkı gözlemlerimiz gibi, olayları ve yaşananları da "kendimiz"leştiriyoruz , aslında bu çok doğal, son derece human ama bunu yaparken bir kaşığın suda kırık görülmesi gibi, duygusal bir illüzyon nevinden, içselleştirirken bilinç dışı olarak çarpıtıyoruz hadiseleri, o hadiseleri yaratan duyguları.
Kimse kimseyi anlamıyor, anlayamaz zaten.
Bir grup asker savaşa girdiğinde ellerinde aynı silahlar, sırtlarında aynı kıyafetler vardır, ama kimisi ideali için savaşır, kimi onur ve makam için, yanlarındaki intikam hissiyle doludur, diğeri ise ganimet kazanmak ister. [İslam tarihinde önemli bir yere sahip olan “Kerbela Vakıası” bunun için iyi bir laboratuvardır. Zira Hüseyin “akide” için savaşır, Yezit “ırk”I için, “Ömer bin Sa’d “ganimet” için] Hepsine asker/gazi/şehit deriz. Ama hepsi yalnız ölür.
İki aşık birbirlerine sarılarak "ben"ler üstü bir erime, kaynaşma yaşamak ister, "ben" değil, "biz" olmaya çabalarlar, ama boşunadır bu. Aynı sevgiyi yaşamadıkları gibi, aynı acıyı da tatmazlar. Aynı özlemi hissetmedikleri gibi, aynı mutluluğu da paylaşmazlar. Aynı kelimeleri kullanmaları, "seni seviyorum", "canım," "aşkım", "kurabiyem", "hayatım", "canikom" gibi ifadeler sarfetmeleri bir noktaya kadar belirleyicidir; sonuçta lisan da bir simgeler bütünüdür ve ne kadar anlamlı olursa olsun, semboller asla temsil ettikleri şey olamazlar. Doğamız gereği algılarımız, hayallerimiz, duygularımız... Hepsi özeldir ve birtakım sembollerle, yani aracılarla, yani ikinci ellerle iletemeyiz.
Diğer bir deyişle, herkes yalnız yaşar.
Birbirimizi anladığımızı zannediyoruz. Birilerinin bizi anlamasını istiyoruz. Aynı sözcükler, aynı mimikler, aynı küfürler, aynı gözyaşları... Ama özü farklı.
Duyguların bir default’u var mı acaba... Söz gelimi, Steppenwolf’un Born to Be Wild’ı bir klasiktir ve orijinal versiyon olması ile biz ona default diyelim. Bu şarkının sözleri değiştirilmese de, melodisi kısmen korunsa da, öyle cover'ları var ki, aynı parçayı söyleyen yorumcu aslında tümden farklı bir şarkı söylüyor gibi; Kim Wilde, Slayer, Hinder, ya da diğer cover’lar…
Bir şizofreni asla anlayamazsın, çünkü şizofren değilsin ve hiç olmadın. Şizofren olduysan veya olacaksan da "onun gibi" olmadın veya olmayacaksın. Koku’daki Jean Baptiste Grenouille’ü hatırlar mısın? İnanılmaz bir koku yeteneği vardı, herkesin, her şeyin, her nesnenin kokusunu mükemmel bir şekilde alabiliyordu. Duyulamayan, fark edilemeyen en küçük kokuları… Onları birbirine karıştırıp en büyüleyici parfümleri yaratmakta üzerine yoktu, yaptığı terkipler insanları şaşkına çeviriyordu. Bir gün bir şeyin farkına vardı ve işte o zaman tüm hayatı değişti. Kendi kokusu yoktu. Zaten manyağın önde gideniydi, ama bu gerçeği anlamak, yani kokusunun olmadığı idrak etmek onu alt üst etmişti. Romanın devamını anımsarsın; bir dağa çıkar, mağaralarda, böcek ve ot yiyerek uzun zaman tüm insanlardan ayrı bir hayat sürer. Yazıdaki kahramanı da biraz buna benzettim.
Hep sarf ettiğim sözdür: “bu kapının arkasında altı buçuk milyar insan var ve altı buçuk milyar farklı ruh, altı buçuk milyar farklı kalp...”
Bir ocakbaşında, bir deniz kıyısında, bir blog yorumunda, bir telefon konuşmasında... Sadece gevezelik eden insanlar... Anlatan ama anlatamayan... Dinleyen ama anlamayan...
Bu hayatın yazısız kuralı: Herkes çarmıha tek kişi gerilir…
Cezbe, Ben bazılarının yaptığı gibi ay çok güzel olmuş diyemeyeceğim. Bir şeyler karalamışsın, birde koyu puntolarla karartmışsın da, ama içeriği sıradan. Bu kadar başkalarını tenkit eden, savaş veren, saldıran, aşağılayan sen, yaza yaza bunu mu yazabildin.
Yazık vallahi. (Hani tavukların bir yumurta yapabilmek için mahalleyi ayağa kaldırdığı gıdaklama sesleriyle gürültü çıkarmaları gibi.) Ben seni daha güzel yazılara, senin tabirinle(parmak basacak) zannettim. Bu yazı alıntıdır, kurgudur diye bir suçlama yapmıyorum, ama hayal dünyasın da gezinip durmuşsun. Önceki yazılarına da baktım: Yazılarını gerekli gereksiz süslemeye çalışmışsın. Hani manavların, elmaları satıcı tezgahına koyarken peştamalıyla, önlüğüyle parlattığı gibi… Gereksiz resim ve video.
Ben ce sen tenkitlerde, saldırılar da, aşağılama da daha başarılısın ( Blog’un renkli siması haline geldin.) Kutluyorum….
Sanırım Op arkadaşın dikkatinden kaçmış olacak: (…. Hepsi birer bok çukuru, işe yaramaz birer pisliktiler.) buraya yazılması hoş değil. Senin konuşma dilin bu olabilir. Ama, burada demeyin. Bizim ahlak anlayışımıza ters.
Sayın siyahorkidee, yorumuna katılıyorum. Fakat, cezbenin başka bloglarındaki savaşında nerdeydin diyesim geliyor!!!! Tenkit savaşçıları, gerçekten blogu okunmaz hale getiriyor. Beğenirsin, beğenmezsin, Fakat yere batırırcasına eleştiri niye? Kişiler emek vermiş emeğe saygı göster değil mi!!! Yazılan blog unutuluyor geriye onun savaşı kalıyor. Elbette eleştirilecek, ama kişileri inciterek değil. Yalnız sizin de ( keçileri mi kaçırdınız) ifadesi hoş olmamış. Ayrıca muhatabına hakarettir.
Saygılarımla.
Hala bu kararım devam etmekte ancak bu kadar hoş bir anlatıma kayıtsız kalmak için sanıyorum edebiyat düşmanı olmak gerekir. Ve kendime vermiş olduğum yazmama sözümü tutamayışıma sebep olan yazarın da bu sayfalarda en sert tartışmalar yaptığım kişi olması da ayrı bir güzellik oldu sanırım.
Bundan sonra nefes alacağım yaşamda , sosyal iletişimde olduğum, okuduğunu anlayan beyinlere güzel aktarımlar yapabilecek kadar katkı yaptığına inandığım bu yazın için hem kendi hem de aktarım yapacağım insanlar adına teşekkürler Cezbe...
Bir zamanlar yazılarını keyifle okuyup takip ettiğim, bu Blogportal
şimdilerde ver-coş-kuyu-portal olmuş MaşAllah devam edin aynen böyle :)
Şahsen yazının içeriğini beğenmediğim gibi, haladevam ettnekte olan oğlum ordan 2 çay kapta gel dercesine yancıların birtaraf yorumlarınıda beğenmedim..
Kimisi kinini kusar, kimisi ( Bırakın doğru düzgün yazı yazabilen insanlar yazsınlar ) diyerek kendi kibirinden caka satar, bir diğeride hemen muhalif olup harika yazmışsın şak şak şak diyip
pof pof -la-ma moduna girer,
ama nedense hiç biride yazının içeriği ile yada yazılan yazının içerisinde kendisine ters düşen kısımlar hakkında tek kelime yorum yapma gibi bir düşünceye sahip olamazlar hayret..!
Sanırım bu portalda bir 10-15 yıl daha geçse bile, pek değişecek bişey yok gibi görünüyor...
Hakkınızda hayırlısı olsun :)
Saygılar..
İlk önce cezbe'nin blogunun hakkını vereyim ama. Ben okurken yazıyı zevk aldım, sonuna kadar çok güzel okuttu, hiç sıkmadı. Okuduklarımı kafamda canlandırdım hep. Eski yazılarına atıfta bulunulmuş ben de değinmeden geçmiyim, bence en güzel yazısı, aşk temalı "Aşıklar Her Daim Karşılıklı Oturmalı" yazısıydı. Hatta, ben bir aşk yazısı yazana kadar en iyisi bu demiştim kendisine, o büyük kibrimle :)
Sonrada yorumuma giriş yaptığım konuya geleyim. Ben her zaman diyorum, bu blogda tartışmaları seviyorum, hem kişisel olarak ilgimi çekiyor, hem de blogların takibi açısından yararlı oluyor, ilgi çekiyor.
Agresifin olayına gelirsek, bir adam yaratamamak yanılıyor, kimse agresif'i şikayet etmedi bana. Ben kendi gözlemlerime dayanarak, kendisiyle salonlardan birinde karşılaştığımda, yazdıklarının içeriğinni doğruluğundan bağımsız, yazma şeklinin, dile getiriş biçiminin oldukça kırıcı olduğu konusunda iyi niyetli biçimde uyardım, hatta her doğru, her yerde dile getirilmez, getirilirse de bu uslupla getirilmez dedim, dikkate almasını umarak.
Aradan bir süre geçti, yine agresif'in benzer şekildeki yazıları ve kayıkçı kavgaları bitmedi. Karşı tarafa içeriği doğru olsa bile, hep tepeden bakan, küçük gören tarzdaki hatta bazen de zorlama yorumları devam etti. Kaderin cilvesi ki, yine bir salonda şans eseri kaşılaştık. Yine aynı şeyi söyledim ve tarzının üyeleri de beni de rahatsız ettiğini, daha uygun ve yumuşak bir uslupla dile getirmesini rica ettim. Burada bir parantez de açmak istiyorum, azarlama filan demiş ama benim genel tarzımda, benimle muhatap olanlar bilirler ki, azarlama filan yoktur, mübalağa etmiş diye düşünüyorum. Bu ikinci uyarımdan sonra da agresif dedi ki; bu durumda ben yazmasam daha iyi olacak sanırım dedi, ben de sen bilirsin ancak tarzını devam ettireceksen, gamyun blogları için evet hayırlı olur, yine de karar senin dedim, takip etmedim ama yazmama kararına uymuş demek ki.
Bu açıklamayı yapmayı uygun gördüm, çünkü yine son bi kaç gündür, blog altı yorumları çoştu, kimse agresifi şikayet etmiyor, olayın kahramanı o olmadığı için ancak herkes birbirini bana şikayet ediyor, o bana hakaret etti yayınladınız, 5 dk sonra, hakaret edildiği iddia eden kişi, karşı tarafı şikayet ediyor, o bana hakaret etti vs diye, kısacası sonu gelmiyor.
Yorumları onaylarken biraz daha hoşgörülü davranıp onaylıyoruz yazılanları. Hem yazarların eleştiriye açık olmasını bekliyoruz hem de eleştiriyi kaldırabilmelerini. Soran herkese de söylüyorum, her söylenene cevap vermek zorunda değilsiniz. Siz blog yazarak fikrinizi ortaya koymuşsunuz, ondan sonra, olumlu ya da olumsuz daha çok olumsuz her eleştiriye cevap verme zorunluluğunuz yok. Bunu yaptığınız da iş uzuyor.Bu işi bilinçli şekilde siz uzattığınıza göre de, gelip şikayetçi olmamalısınız. Tke müdahale ettiğimiz durum, hakaret veya üstü kapalı hakaretler. Bunları zaman zaman anlayamadığımız durumlar oluyor, yazan üyelerin, usta manevra kabiliyetlerinden dolayı. Ama çok basit bir eleştiri veya kelimeyi de, hemen hakaret olarak, kabul ediyor, eleştirilenler, bunlardan da bize bıkkınlık geliyor.
Diyeceklerim bunlardır, yazacaklarıma, cevaben bir şeyler yazılacaksa, buradan tekrardan cevap vermeyeceğimi belirterek, yorumum sonlandırıyorum, herkese güzel, seviyeli ve heyecanlı kavgalar dilerim efenim, biz izlemedeyiz :)
Çevresinde yer alan insanlarla iletişim kurma sıkıntısı yaşayan, kibir sebebiyle burnu havada olan, sonunda insanlardan uzaklaşan, hayvanları dost seçen ve sonra hayvanlara yem olan zat-ı muhtereme Allahtan rahmet dilerim.
---------------------------------------------
İlk yazdığın kısım sanırım yaşanan gerçek bir olayın gazeteden alıntı yazısı bunun üzerine kurguyu yapmışsın diye düşünüyorum çünkü böyle bir olayı hayal meyal haberlerde vs dinlediğimi anımsar gibiyim yanılıyor olabilirimde...
Bunun üzerine geliştirdiğin kurgu ise gerçekten dehşet verici... tebrik ediyorum iyi kurgu güzel anlatım sonu anlatımla çok iyi bağlamışsın... Tarantinonun Filmlerini anımsatıyor bana yazıların :)
Tahakküm edemediği hiçbir şeyi sevmez olur... hayvanları geçtim eşyaları bu yüzden çok sevenler var koyuyorsun koyduğun yerde duruyor :)))
Sayın siyahorkide veya BüyülüYelken- Yazımı, gelir ister okursun ister okumazsınız, ister yorum yazar ister yazmazsınız. Alınganlık değil haksızlığı sevmiyorum desem. Ben kimden söz ediyorsunuz bilmem ama o şekilde bir yorum getirmedim. Belki ( kendini üstün gösterme çabası gibi… ). Demişimdir. Benim şikayetim, böyle farklı, haksız tenkitleredir.
Sizlere göre yeni olabilirim . Nedense yeni olmak suçmuş bilmiyordum). Lütfen bu kadar yanlı bakmayın. Adam geliyor benim yazdığımı değil de, sen buna şunu demişsin, bunu yazmışsın derse bunun açıklaması nedir sizce? Bir de altına yetmiyormuş gibi not’a (Hamiş) derse siz ne derdiniz? Ben eleştiriye açık olmasam yazdığım bloğu yoruma kapatırdım değil mi?
2. nikde söz ettiğiniz tartışmadan inanın haberim yok desem inandırıcı olur mu? Benim blog portala düşünce inanın çok üzülmüştüm. ( Çok değer verdiğim bir blog’du.) Olayı sizin tahmin ettiğiniz şekilde olmadığını anlattım sanırım.
Sonuç: Benim sizinle kırıcı bir diyeloğum olduğunu sanmıyorum. Haksız yere sataşma olmadığı sürece ben kimseyi kırma yanlısı değilim. Anlaşılmayan, veya yanlış anlaşılan bir husus varsa offine dahil hesap sorabilirsiniz.
Bakın, ben Lilaa__’ ya geçende kısa esprili bir yorum attım şimdi de kutladım. Bence blog bu olmalı değil mi? (Ama eleştiri alacağımı da tahmin ediyorum.)
Saygılar….
Sağladı.:) Teşekkürler.
Böyle bir iki insan tanıdım, onları da anımsadım da, bendeki esas etki sarsılıverme şeklinde oldu.
Her ne kadar, bu tip insanların başına gelebilecek işler gibi görsen de, sert son, insanı sarsıyor.
Yakın zamanda, bu portal da bir yazı daha sarsmıştı beni böyle; sevgili GHakanZ'ye ait, "EDEBİYATIN MİNE MUTLU'SU" başlıklı yazısı. -Sahi nerelerde acaba O? Ne güzel okuyorduk.-
Sanırım, ölüm olgusu, hele de bu biçimlerde ani, sıradışı olanlar hep sarsıcı, en azından benim için.
Yazıların için "Ben en çok şunu.." durumuna duyarsız kalamadım; benim de en sevdiklerim, Ataya'nınkiler gibi, İnsan Kimliğimiz Var Mı? ve Kağıt Kesiği.
Sen belki diyebilirsin "Onların hepsi benim çocuğum, ayırt edemem."Pp ama bizim çocuğumuz değil nasılsa.:)
Senin ve BirAdam'ın -bir önceki- blogları altındaki yorumları da okudum ve sevgili Gmsnn'ın "Kavga" yorumundan sonra, görüntüye bakıp, aklıma biri şahit olduğum , diğeri duyduğum iki kavga geldi.:)
-Ayrı mesaj olarak yazayım uzun durmasın dedim ama şu 5 mesaj hakkım bitti mi bilmem, o yüzden hız kesmeden buradan devam.:)-
Biri üniversite öğrencisi olduğum zamanlardan; kalabalık bir arkadaş gurubuyla -çoğunluğu kız- bir kafede otururken, yan masadaki tamamı erkek bir guruptan, bizim masaya doğru bakışlar, ufaktan sarkmalar, laf göndermeler, sırıtmalar başladı.:) Kızlardan bazıları "Öf yaaa! Terbiyesizler, Ayy! Rahatsız olduuum!" diye sızlanmaya başlayınca, aramızdaki nadir erkeklerden biri olan, -Saç biçiminden dolayı bu lakabı taktığımız" Şapka, "Durun ben şimdi onlara gününü gösteririm!" dedi. İri yarı görüntüsü altında kelebek ruhu taşıdığını bildiğimiz için "Dur yapma demedik Şapka'ya.
Masaya hışım ve azametle yürüdü ve aynen şunları dedi: "Arkadaşlar, bu yaptığınız çok ayıp!" Sonrası iki masadan da kopan kahkaha ve Şapk2nın şaşkın hali.:)))
İkincisi duyduğum ve dinlerken çok eğlendiğim. Tanıdık erkek arkadaşlardan biri, başka birilerinden fena halde sopa yemiş, ağız burun dağılmış cinsinden. Bu bilenmiş, bilenmiş, hırs yapmış, ille de en azından birini dövecek ama yeterli donanım yok, tırsıyor.
Gidip bir karate kursuna yazılmamış ama salondaki eğitimi takip edip evde ayna karşısında sıkı talimler yapmış.:) Neyse, kendini Karate Kid hissettiği zamanlardan birinde, şehrin göbeğindeki heykelin önünde hasımlardan biriyle karşılaşmış ve "Ahaa! Uçan tekmenin tam zamanı!" diye "Hayyytt!" narasıyla havalanmış ama garibim kendini popo üzeri, -Popo demek ahlaka aykırı mı bilmem, .ıç mı diyeydim ki?:)" yere yapışmış halde bulmuş.:)
Sözün özü:Kavganın da türleri var; kiminin aklı, bilgisi galip gelir, Tongue Fu ustalığını sergiler, kimi de laf olsun diye haybeye dalıp popo üstü düşerek komikleşir.:)