gamyun.net'i doğru görüntüleyebilmek için tarayıcını güncellemelisin, güncelleyemiyorsan başka bir tarayıcıyı ücretsiz yükleyebilirsin.

BLOG

Geçmiş zaman olur ki...

27 Kasım 2013, 23.31
A- A+

Ailece alışveriş için bir başka şehre giderdik o zamanlar ara ara, belki mevsimlik belki yılda en fazla birkaç kez. Lüksümüzdü o bizim ve bizim gibilerin.Ailede kimin neye ihtiyacı varsa alınırdı o gün. Mont, bot, kazak, pabuç, çanta, süslü-süssüz, adamlık–günlük cebimizdeki para kadar alışveriş yapıp dönerdik. Kredi kartı yoktu, dolayısıyla herkes kendi cebindeki para kadar efeydi. Önümüzdeki ay biraz alışveriş yapalım diye plan yapardı karı-koca, hesaplar ona göre tutturulurdu. Çocuk çoluk giderdik Eskişehir'e. Ben illa Butik Barones'i  ziyaret ederdim :) Panço ve Waikiki de kızlar için uğrak yerimizdi. O zaman aramamız yoktu. Şehirlerarası minübüslerle gider yorgun argın geri dönerdik, elimiz kolumuz dolu. Eve gelip bütün aldıklarımızı dökerdik ortaya, tekrardan giyip şöyle enine boyuna, döne döne aynaya bakmak lazımdı dolaba yerleştirmeden evvel. Görgüsüz müydük, görmemiş mi? Asla ikisi de değildi. Tam tersi, görgülü ve bilgili ailelerde yetişmiş, düzgün bireylerdik. Ama sistem öyleydi. Çar-çur edilmemişti o zamanlar hiçbir şey. Yıl boyu yıkanır, temizlenir giyilirdi o alınanlar. Yedi gün yirmi dört saat alış-veriş olmazdı o yıllarda. Alınanların da kıymeti vardı. Çok mu eskiydi bu yıllar, öyle sananlar varsa gençlerin arasında, yokk çok da gerilerde değildi. Bundan belki onbeş-yirmi sene öncesine gittim bu gece.

 

Bu alışverişlerden birinde, alma işlemi sonrasında akşam saatlerinde karın doyurmaya oturacağız bir yere. “Dört kişiyiz” dedik. Kapıdaki delikanlı, “Buyrun lütfen, rezerveniz var mı efendim?” deyince. Küçük kızım, Ecoşum bilmiş bilmiş; “Bezelyemiz olsa burada ne işimiz var” deyivermişti.

Belki de bir başka seferde, Eskişehir’in ayazı insanın ciğerlerine işliyordu o gün yine. Köprübaşı'nda yerde oturan bir kadının önünden geçtik, kucağında çocuk vardı, küçücük ve yarı çıplak neredeyse. Üç-beş kuruş verdik geçtik önünden ama, iki adım sonra geri dönüverdim, Tuğçem'in (Büyük kızım) üstündeki montu çıkarıp kadına verdim, dedim “Giydir çocuğa üşümesin”. O sırada bizim mont bulup almamız kadar geçen zaman içerisinde Tuğçem biraz üşüyüvermişti, ama gün sonunda iki kardeş bir örnek, sarı cırtcırtlı montları olmuştu :)



Hiçbir edebi değeri olmayan, otururken düşündüğüm, düşününce yazıverdiğim satırlar bunlar...


Sevgi ve muhabbetle...


Lila

Kasım 2013


YORUMLAR

28 Kasım 2013, 13.54
gerçekten çok hoş..:=):(=:
 
28 Kasım 2013, 18.26
Icinden geldigi gibi yazmissin lilaam.....seviyorum boyle bloglari....vermeye calistigin mesaj da hepimizin zaman zaman yapmasi gerekenler.yazdigin bloglardan zaten insani yonunun ne denli guclu  oldugu bariz ortada....guzel kalpli lilaam

yeni telefonumla, yazmaya calistim yorumu.yazarken de noktalamalar nedeniyle cok guldum.idare ediver artik.sevgiyle kal......
28 Kasım 2013, 21.39
hayatın içindeden bir kesit olmuş. hepimizin yaşaşış biçimleri iyisiyle kötüsüyle illaki satırlara sığmaz lakin, insan oturupta şöyle bir elini başına koyuyor ve düşündükçe aklına gelenleri yazıveriyor işte....
29 Kasım 2013, 00.49

         Bejelyemij olsa burada ne işimiz var!!!! Yerim ki ben onu :) Şimdi büyümüşse yemem ama miniş halini yerim :)
29 Kasım 2013, 01.31
Edebi değil demişsiniz ya... Önemli olan edebi olmak değil.. İçten geldiği gibi yazıyor olmak... Hem eski temiz ( yani daha temiz) hoş günleri anımsattığınız, hem de bir Allah kulunu üşümekten kurtardığınız, şu an kaç yaşlarındalar bilmiyorum ama iki kardeşimize çok hoş bir ders verdiğiniz, samimiyet içerisinde bizlerle bunu paylaştığınız için teşekkürler... 
29 Kasım 2013, 04.58
Bayiliyorum böyle samimi icten yazilara...Sicak yüreginize saglik..
29 Kasım 2013, 09.45
Bizim oralarda, ihtiyaç duyulduğunda ne alınacaksa büyüklere alınır, onun eskileri küçüklere verilirdi. İhtiyaç da öyle her zaman doğmazdı. Bayramlara yakın düşünülürdü, neye ihityaç var, neye yok diye. Lastik ayakkabılarım hep abimin eskileri olurdu. En az iki numara büyük olurdu hep. Ucuna çaput sıkıstırırdım ayağımdan çıkmasın diye. Yrtılmıyordu namussuz lastik ayakkabı. Bana da yenisi alınsın diye bıçakla keser, parçalardım. Ama yine abime alınırdı yenisi. Onun eskisi bana kalırdı. Pes etmiştim sonunda.

Teyzemler biraz kodamandı, ensesi kalındılar. Sene de bir kez, kendi çocukalrının eskimiş kıyafetlerini bize gönderirlerdi. Ona bile nasıl sevinirdik. Hani seneye de giysin diye bir numara büyük alınır ya çocuklara kıyafetler, işte onun gibi içinde kayboldugumuz kıyafetlerle okula giderdik. Koları uzun, ceket kaban gibi durur, pantolon belimizde büzüşürdü.

O zamanlar her şeyin fiyatı değerinden düşüktü. Şimdi fiyatlar uçuk ama değeri yok birşeyin.

Yazınızın içeriği okuru geçmişe götürüyor. Eminim ki bir çok okur sizinle geçmişe şöyle bir gidip gelmiştir.

Edebi boyutuyla da ilgili bir kaç cümlem kuracagım. Nedir edebilik? İçerik mi, dil mi, anlatım mı, şekil mi?

Benim görüşüm, edebilik kelimelerle resim çizebilmek, okurun ona anlam yükleyebilmesini sağlamaktır. Şekil olarak da imla kuralları uygulanabilmişse, aranmamalı ötesi.
İçtenlik, duygu yüklenmeyen bir yazı istediğiniz kadar edebi kriterleri taşısın, anlam ifade etmez ki. Okur kendınden bir parca bulamıyorsa içinde, içine giremiyorsa, yazının edebi değeri anlaşılamaz ki.

Edebi olma kaygısı güdülerek, yazanın kendisinin bile sindiremediği kelimeler veya betimlemelerle süslenmiş yazılar, ntellektüel görüntü vermek istercesine yeni kelimeleri okura dayatmak, edebi olsun diye içtenlıkten, duygudan uzaklaşmak, bir yazıyı edebi kılmaz düşüncesindeyim.

Bence edebilik, hangi dilde düşünüyorsanız, o dilde yazabilmektir.

sevgiler


29 Kasım 2013, 11.43
Kalemi güzel, sözü güzel arkadaşlarım, sizler bana böyle derseniz, hiç durmadan yazarım ben :( Zira anılar hem gözümde hem dilimde hala canlı durumdalar, ziyaretinize teşekkürler hoşgelmişsiniz hepiniz.
Yorum yapabilmek için ÜYE GİRİŞİ yapmalısın