Kan Hikayeleri - Absürd
22 Nisan 2014, 21.48 A- A+ Yeryüzüne dökülen kan, toprağa karışıyordu; yeryüzüne gömülen ceset toprağa karışıyordu. Kanlı ve pis toprak ürün veriyor; ürünler, insan ve hayvanların içlerinden geçerek dışkıya dönüşüp yine toprağa karışıyordu. Topraktan buharlaşan, yağmur olup olanca pisliğiyle yüzümüze, gözümüze yağıyordu. Leş çiçek usareleri parfüm olup tenimizden hücrelerimize geçiyor; çöplerimiz, artıklarımız kokuşarak başka başka organizmalara dönüşüyordu. Temizlenemiyorduk, gittikçe kirleniyorduk. Kirli bir devridaimdi hayat.
Arzın merkezine doğru, ifrazatlarımızın akıp gidebileceği çelikten oluklar inşa edilmeliydi, insan cesetlerinin geçebileceği ebatlarda kanallar, çöplerimizi bir çırpıda dökebileceğimiz çöp kulvarları... Bir de kangeçirgensiz filtre-süzgeç gibi bir şey taktık mı dünyaya, temizlenip paklanmış olacaktık işte. Bu atıkların bir kısmı dünyanın merkezine giderken yok olacaklar, yoluna devam edebilenler çekirdeğe gelince helak olacaklardı. Kalabilenler ise devasa bir çöp torbası olan dünyayı zaman içerisinde dolduracaklardı. Dünya, ağzına kadar dolduktan sonra patlayıp kıyamet kopabilirdi misal. Bu da bir kıyamet senaryosu olabilirdi pekala.
İnsanın dünyayı kirletmesi ve berbat etmesi kaçınılmaz olduğu halde, bütün bu mekanizmaların halihazırda icat edilmemiş olması çok tuhaftı. Yaratıcımız, atıklarımızla baş etmemiz gerektiğini ve kendi yöntemlerimizle bir çözüm üretebileceğimizi düşünmüş olacak ki, böyle bir temizlik düzeni yaratmamıştı bizler için. Nihayetinde biz, bir bok olamamıştık. Ne bu kirli devridaime son verecek bir şeyler icat edebilmiş, ne de artıklarımızın temiz olmasını sağlayabilecek teknolojiler üretebilmiştik. Her iğrençliği toprağa yıkmak ne kadar da rezilceydi.
En çok en çok da kanları merak ediyordum. Yeryüzüne dökülen bunca kan nereye gidiyordu? Toprak, her türlü şeyi mecburen kabul ediyordu. Toprak, bu dünyanın devasa çöp öğütücüsüydü. Ama "kan", kan ne oluyordu toprakta? Kanı dökülerek ölen, yaralanan insanlar başkaydı; onlar, ya öldürülmüşler, ya kaza geçirmişler, ya saldırıya uğramışlar, bir şekilde doğal olmayan yollarla dökmüşlerdi yeryüzüne kanlarını. Hayvan leşleri, eşsiz düzende bir başka türüne besin olup az atık bırakıyordu dünyaya, ama kanları yine de toprağa dökülüyordu. Kan, bu doğal öğütücüyü, bu her türlü atığı itirazsız saklayan ve yutan çilekeş toprağı başka bir şekilde etkiliyor olabilirdi. Mutlaka başka türlü bir şeyler olmalıydı.
O zaman ismini bilmediğim "ejderha kanı ağacı"nı Tayland'da görmüştüm ilk kez. Tapınaklarının önünde dizilen tapınak ağaçları gibi yapay ve kusursuz bir şekildeydiler, insanın dokunup canlı olup olmadıklarına dair tensel teyit alması gerekiyordu neredeyse. Ama bu ağaçlarda, daha vahşi, daha adoğal ve ürkütücü bir hal vardı. Ağaç dediğin; kendi biçiminin içerisinde bir biçimsizlik saklardı. Dallar, dilediğince büyür; kök, dilediğince uzanırdı toprağa; yapraklarının rengi bile yer yer değişiklik gösterirdi. Ama bu ağaçlar, iyi bir grafikerin -ressam bile diyemiyorum- elinden çıkma kusursuz bir çizim gibi muntazamdılar. Ve bu muntazamlık, kendinden olan diğerleriyle beraberken de ayrıca bir nizam ve intizam arz etmekteydi. Tam disiplinli askeri bir kıta gibiydiler, ister yan yana durduklarında, ister herhangi başka bir dizilim halindelerken...
İlginç anekdotlar veren bir program izlerken, bu bir yerlerden aşina olduğumu düşündüğüm ağaçlara tekrar rast gelmiştim. "Ejderha kanı ağacı" Evet, o gördüğüm ağaçlardı işte bunlar. Bu ağaçlar, kesilince kanıyordu kesildikleri yerden, bildiğiniz "kanamak". İçerisindeki özsuyun rengi kırmızıydı, ama işin garip tarafı; bu özsuyu ihtivasında, insan ve hayvan kanındaki hemoglobulin içindeki 'hem'i yani demiri de barındırıyordu. Böyle tuhaf görünüşlü bir ağacın, yine böyle inanılmaz bir özelliğinin olduğunu öğrenince aslında hiç de şaşırmamıştım.
Doğanın asimetrik hallerine uymayan görüntüleri, bu defa da akla uygun olmayan bir simetride özelliklerine yansıyordu. Bu ağaçlar kanıyordu! Ve sanıyorum bütün bu yeryüzüne kanı dökülen insanların-hayvanların kanları, toprağın damarlarından süzülerek bu ağaçlarda toplanıyordu.
Bu absürd çıkarsamayı yaptığımda, daha önce de aklıma takılan ama bir türlü bulamadığım cevabı bulmuş olmanın rahatlığının yanı sıra; aklımın nasıl bir tuhaflıkla işlediği gerçeğiyle bir kez daha yüz yüze gelmenin rahatsızlığını duymuştum. Belki ben de bir dragon ağacı gibi, önce acıları ve bu dünyada olmaması gerektiğini düşündüğüm şeyleri özenle bünyemde toplayan, beni kesip incittiklerinde de bütün bu topladıklarımı kanayan; bu dünyanın asimetrisine hiç mi hiç uyum gösteremeyen, gerektiğinden fazla muntazam ve simetrik bir şeydim.
YORUMLAR
Cezbe, ilk defa yazından tamamen bağımsız bir şeyler yazmak istiyorum. 3 seneye yaklaşan bir arkadaşlığımız var. Birlikte oynanmış yüzlerce oyun, üzerinde konuşulmuş binlerce konu ve aylarca konuşulmamış, selam dahi verilmemiş ve bir çay içimi kadar dahi yüz yüze görüşülmemiş zamanlar. [Tıpkı seninle aynı durumda ve 8 seneyi aşmış bir süredir hayatımın bir köşesinde olan , nice 8 seneler devirmeyi ümit ettiğim nihai'ye de selam olsun] Böyle arkadaşlıklar, dostluklar kolay bulunan şeyler değil, kıymet bilmek lazım. Bunun için de sana teşekkür etmek istiyorum. Dilerim bundan sonraki hayatında her zaman yapmaya çalıştığın [başarılı olup olmaman önemli değil] rasyonel ve pragmatik davranmaya devam edersin. Ve tabii bu süreçte karşına çıkacak ipe-sapa gelmez eleştirelere, damarına basılacak konulara karşı daha olgun, daha sükunla yaklaşmanı temenni ederim. Her ne kadar sineklerin küçük oldukları kadar mide bulandırma özelliği olsa da, onları sümen-altı etmeyi başarmak çok zor değil.
Dün gece Sat Agraha ile konuşurken [neredeyse bir senedir kullanmadığım Ruh Mafyası nickini, sırf 'Sat bu nicki çok seviyor' düsturu ile üzerime giyip yanına gittiğimde beni tanı(ya)mamış olması içime dert oldu. Artık kadınların saçlarındaki ya da vücudundaki herhangi bir değişikliği, sevgililerinin/eşlerinin fark etmemesi karşısında uğradıkları sükut-u hayali daha iyi anlayabiliyor ve bu duruma sebebiyet veren tüm erkekleri kınıyorum :) ] bana: “bu Cezbe'nin kafası çok acayip” demiş, tabii bağlantının azizliği ile bir türlü kendisine cevap verememiştim. Evet, buna “muhayyile gücü” diyoruz ve ben sendeki bu gücü çok öncelerde görmüştüm. O yüzden de “güvercin” yazında “"Mantık/bilgi" ile yazanlar yürür, "kalp/aşk" ile yazanlar koşar, "muhayyile" ile yazanlar uçar. İlk 2 türden eser verenler çoğunlukta ve fakat 3. tür yazan/düşünen kişi sayısı o kadar akim/kısır kalmış ki, kenarda köşede kalanların da uçak motoruna girmemelerini ümit etmekten maada bir şey yapamıyoruz ya da um...” demiştim. Bu düşüncelerimin haklılığını bu enfes yazında da göstermişsin ki, bunun için de ayrıca teşekkür ederim.
Habil ile düştü toprağa ilk kan ve ardı arkası da kesilmedi yüzyıllar boyu. İşin acısı topraktaki ilk kan kardeş kanıydı.
Nasıl güzel bir anlatımdır bu Cezbe. Nasıl içe çeken bir yazı. Karıştırdın beni iyi mi :) Dracaena familyasından olan bu ağacı biliyordum ama hiç anlattığın gibi düşünmemiştim. Demek topraktaki tüm kanları toplama görevini yükledin hı? Farklı bir keyifti yazın, son paragrafın hariç. Bünyende kırgınlıklar dışında her şeyi barındırabilirsin arkadaşım. Güzel şeyler için emek gerekir ve dostluklar her şeye rağmen güzeldir.
size, avam yapım itibarı ile, İbrahim Tatlıses'ten bir cümleyi yolluyorum öncelikle:
"Allah cezanızı verecek.":)))))))
Peki neden? Söyleyeyim:
Gecenin hayli ilerlemiş bir saatinde düştü bu yazı portala ve zavallı ben, gecenin hayli ilerlemiş o saatinde çok tuhaf bir biçimde etkilendim satırlardan. - Etkileyici yazılar en sevdiklerimdir, belirteyim.-
Cezbe'cim, kendinin de yazıda belirttiğin - Ruh Mafyası'na da dediğim- gibi gerçekten "Bu Cezbe'nin kafası çok acayip.":) - Buradaki acayip olumlu yönde kullanılmış olup Adam'ın da söz ettiği müthiş "Muhayyile gücü" anlamındadır.
Arkadaş, o kafalarınızıdan neler, nasıl geçiyor? Ben mesela; böyle şeyler aklımın kıyısına gelse bile "Yürü git!" der, yazıdaki gibi derinlemesine dallandırmam.:)
Özel insanlarsınız ve özel insanlar, daima diğerlerine ulaşıp düşündürmeyi başarırlar. Etki bu yüzden. Çok güzeldi, Cezbe'nin özel yazılarındandı. Ellerine, o acayip çalışan kafana sağlık.
"Büyükler hiçbir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara her şeyi açıklayıp durmaksa, çocuklar için çok yorucu..." diyor romancı, Küçük Prens kitabının bir yerinde. O zaman da, bu cümleden etkilenmiş, hayli düşünmüştüm üzerinde. Yoksa sen de, insanlara gidip, " Bana bir koyun çizer misin, lütfen!" diyenlerden misin?.. Bence onlardansın ve onlar gibi özelsin.
Adam'ın dileklerini aynen tekrarlıyorum; değişmesin bu özel halin.
Yazı konusu hakkında söyleyeceğim şey yok; bu senin hayal gücün.
- Ama o tuhaf ağacı ilk tanıdım sayende, tek bunu söyleyebilirim.-
Yazıyı okuduktan sonra yatıp da yeni kitabımı hevesle elime aldığımda, hemen ilk sayfalarda şu satırları okudum çok acayip biçimde:):
".... kendini kandırmadan yaşamanın ne anlamı var? Çıplak gerçekler kimi tatmin edebilir ki? Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değileniz olayları küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi kabul ederek yaşayamazsınız." diyordu yazar Emrah Serbes'in kahramanı. Bu da onun düşüncesi tabii.
Bunu okuduğumda, diğer satırlar uçtu, bu yazı gelip kondu cümlenin üzerine ve tabii ki kafa oldu nanay yine?:) Tüm gün baş ağrısı çektim ya hu! :)
Sana gelince Ruh Mafyası,
Eh be kardeşim, eh sana!:)
Evet, o rumuzunu çok seviyor, sana daha çok yakıştırıyorum ancaaak, sen çok uzun zamandır kullanmıyorsun biiirr, benim, oyun oynadığım rumuzları falan hiç aklımda tutmama gibi bir alışkanlığım var ikiiii, öyle çok pencere açılıveriyor ki "slm" diyen diyene, kapatıveriyorum üüüçççç ve gecenin hayli ilerlemiş o saatinde - herkes sizin gibi vampir vampir yaşamıyor:)))- bir anda tanıyamamış olmam hafifletici nedendir. Hemen akabinde tanımadım mı? Vallahi aşkolsun! "İçine dert olmuş"muş.:) şakacıktan dedin bliyorum.:)
Zırt pırt bağlantının kesilmesi nedeniyle, yazmış ama benim okuyamamış olduğum satırları gecikmeli okudum. Güzelmiş.
Satırlarıma burada son verir gözlerinizden öperim.
Oyun notu: Cezbe, yine oynayalım Kelimeyun ve yine bu mafya bizi paketlesin, keyifliydi.:)
bir "Keşke" de benden size gitsin.:)
Hani demişsiniz ya; "Güzel yazmak, farklı düşünmek tek başına özel kılmaz insanı !" , üstelik peşine bir de ünlem takarak.
"Özel " sözcüğü burada bana ait.:)
"Özel" sözcüğünün anlamını bildiğinizi düşünüyorum. Kendi özel düşüncem, kendime göre özel bulduğumdu Cezbe'nin kafa yapısı ve satırları.
Eminim, ÖZEL düşünceme ders verip had bildirmeye çalışmamışsınızdır...:)
Siz öyle düşünmeyebilirsiniz, sizin özel bulduğunuz da farklı şeyler, kişiler olabilir, çok normaldir.
Ama KEŞKE, bana doğru cümle yollarken, en azından, "Bence de.." diye yazsaydınız ve o ünlemi koymaya gerek görmeseydiniz.:).
Çelikten oluklar:) Her nedense bilmiyorum, yazıyı okuduğumda en çok dikkatimi bu paragraf çekti. Böyle bir hayal gücünü hayal bile edemiyorum.
Doğada benim bildiğim iki temizleyici var. Su ve toprak... Yazıda toprağın bu ulvi vazifesine oldukça değinilmiş. Ben de başka bir özelliğini hatırlatayım. Gün boyu vücudumuza yüklenen elektromanyetik dalgalardan kurutlmanın en pratik yolu yalın ayak toprağa basmaktır. Dolayısıyla stresi ve yorgunluk yalın ayak toprakta gezmekle giderilebilir. Yani toprak elektriğimizi bile temizliyor.
Ben hiç ejderha kanı ağacı görmedim. Daha önce de duymamıştım. Nette biraz gezindim ve araştırdım. Ağacın kanamasını başka türlü hayal etmiştim ancak beklediğim gibi çıkmadı. Ancak bu kanayan sıvının cilde iyi gelmesi de ilginç.
Ama ceviz ağacı gördüm. Her ne sebeptendir bilmiyorum ama ceviz apacının dibine biizm buralarda tilki leşi konur. Ceviz gölgesinde oturmak ise yoğun ağacın sebep olduğu yoğun sülfür gazı sebebiyle pek akıllıca değil. Harbi nerden girdim ben cevize:)
Son olarak, insanın sebep olduğu her türlü kirlenmeye ne toprak ne de başka temizleyici yeter. Harbi ceviz ağacı gereksiz olmuş:)