Hassasiyetlerimiz Neremize Emanet?
23 Mayıs 2014, 10.36 A- A+ Bizler büyürken, kişiliğimiz şekillenirken, birtakım şeyleri yapar ama anlamlandıramayız, sadece riayet ederiz. Ezan okunduğunda bacak bacak üstüne atılmaz misal. Büyüklerimiz bizlere bunun nedenini söylese de, o minik halimiz bunun nedenini kavrayamaz. Ancak büyüdüğümüzde ezanın Allah kelamı olduğunu ve bu yüzden saygı göstermemiz gerektiğini anlar, hassasiyetin mantığını aklımızla da teyit ederiz.
Hassasiyet kişiden kişiye değişiklik gösterebilir elbette. Nasıl yetiştirildiğiniz, çevreniz, toplumsal değerleriniz vs. vs. Misal; ölüye saygı gösterilir, ölü evinde yüksek sesle konuşulmaz, gülünmez. Çünkü yaslı insanlar vardır o evde ve hiçbir şekilde rahatsız edilmemelidirler. Mantık bunu yerinde bulur ve onaylar.
Mezarlık ziyaretlerinde kadınlar dekolte giymez, başlarına bir örtü alır girerler. Çünkü mezarlıklar sıradan yerler değillerdir. Bu tamamen benim fikrim ve tercihim tabii, başka türlü hareket edeni eleştirdiğim düşünülmesin. Bende gelişen bu hassasiyet öğrenmişliğimle beraber aklımdan onay alıp davranış biçimim olmuş.
Bu yukarıda örneklediğim kalbi olan, ama akıl sorgumdan da geçirip uygun bulduğum, eminim benle beraber birçoğunuza da dair hassasiyetlerim. Aklımla onaylamadığım hassasiyetlerim var mı diye düşünüyorum? Sanıyorum yok, akılla onaylanmayan bu tür hassasiyetler daha çok batıla giriyor benim nazarımda.
Şimdi bir mizansen yapalım;
Arkadaşlarınıza yemeğe davetlisiniz. Gidiyorsunuz; kapı açık, içeri girdiğinizde arkadaşınızı ölü halde yerde yatar buluyorsunuz. Arkadaşınızın eşi yere kapaklanmış ağlıyor ve diğer konuklar da başında çaresizce ona bakıyor, çoluk-çocuk etrafta ağlaşıyor. Eş perişan, yana yakıla "eşinin öldürülmüş olduğunu" söylüyor. "Kim yaptı, kim yaptı !!! katiller!!!" diye haykırmaya başlıyor. Ve siz arkadaşınızın neden ve kim tarafından öldürülmüş olabileceğini az çok biliyorsunuz. Acınız da büyük, öfkeniz de... Ne tepki verirsiniz? Ortada bir ölü var, yas var, bir yandan aklınızın bir yerinde "ölü ve yas halindeki sükun gerekliliğine dair hassasiyetiniz" kemikleşmiş bir halde duruyor. Susar mısınız? Yoksa bütün bildiklerinizi herkesle paylaşır, isyan eder, "hemen polis çağırmanız gerektiğini" söyleyerek harekete mi geçersiniz?
Burada akıl, hassasiyetlerinizi ikinci plana atar ve yapmanız gerekeni size söyler. Çıkardığınız vaveyla, benimsemiş olduğunuz hassasiyetinize zeval getiriyormuş gibi görünse de, o esnada asıl mesele o değildir. Orası da bir ölü evidir ama durum bambaşkadır, ortada ivedilikle çözülmesi gereken bir sorun kanlar içerisinde yatmaktadır yerde çünkü. Akılla koordineli bir hassasiyet bilinci size ayna gibi kusursuz gösterir yapılması gerekeni, eğer gösteremiyorsa akıl yürütmede sıkıntı var demektir maalesef.
Hayatta karşımıza öyle şeyler çıkar ki hassasiyetlerimize esir olduğumuzda bunları asla çözemeyiz. Onlar, insanın dünyasında başka türlü hareket ederler veya etmeliler. Aklın eşlik etmediği bir duyarlılık biçimi olur mu? Yukarıdakine benzer bir durumda benim de her insan evladı gibi saygı duyduğum ve benimsediğim "ölüye saygı ve sükun hassasiyeti" midir alacağımız pozisyonu yönlendirecek olan? Bu koşullarda hassasiyet ölüden ve öldürenden de mi önemlidir? İşte körlük bu noktada başlıyor.
Doğal mezarların fiziki anlamda bilmem kaç km. üzerinde, potansiyel cesetler halen o karanlıkta yatıyorken "o mezarlığın hangi tarihte tekrar faaliyete geçebileceğini" söyleyen birini duyunca, onun bu ifadesinin berbat bir şey olduğunu düşünmek ve onun bir kütük olduğunu iddia etmek de bir alternatiftir. Tek başına hassasiyet bize bunu söyler, ama akıl o insanın bu ifadesindeki nedeni irdelerse mantığını bulup bambaşka bir yere oturtabilir bu durumu. Aklın eşlik etmediği hassasiyet; gereksiz ve sahici olmayan bir sözde duyarlılıktan ve her ne konuda olursa olsun bizi bir adım öteye götüremeyen, ayağımıza takılan bir çözümsüzlükten başka bir şey getirmez biz insanoğluna.
Çok büyük sıkıntımız var, sap ve samanı birbirinden ayıramıyoruz. İşimize gelince "hassasiyet yoksunu" diyerek gören gözü duyarsızlıkla suçlayıp astığımız hassasiyet mekanizmamız; işimize gelmediğinde, elimizi kolumuzu bağlayarak, göz göre göre ırzına geçilen değerlerimize, gerçeklere ve gerçek mütecavizlere karşı kör bırakıyor bizleri.
YORUMLAR
Her ne kadar dünyaya tek başımıza gelsek de, elimizden bir tutan olmazsa yaşayamayız. Toplumsal bir olgu içerisinde büyüdüğümüzden, yetiştiğimizden dolayı hassasiyetlerimiz de manevi inançlarımız doğrultusunda, önce ''ben'' sonra yakın çevre, toplum, vatan millet çerçevesinde şekilleniyor. Olaylar karşısındaki duyarlılığımız, duygularımızın yönetiminde tepkiye dönüşüyor.
Hassasiyetlerimizi; kişisel hayatımızın dışında,bize yakın ve önemli insanların başına gelen, duyduğumuz, okuduğumuz ya da bizzat olaya şahit olduğumuz, bizde derin öfkeler, mide krampları, baş ağrıları ve kırılma noktası çaresizlik hissi veren kaygılar perçinliyor. Hiç kuşkusuz bunlar akıl mantık eşliğinde olmuyor. Maneviyat daha baskın geliyor. İkisini birleştirebilirsek zaten, sağdulu ve olgun bir tepki sergilemiş oluruz.
Hassas olma ve bir başkasının duyarlılığına saygı gösterme, yetiştirilme tarzımızın, manevi inançlarımızın, yaşam kültürümüzün ve birikimlerimizin (tecrübe de diyebiliriz) kalitesini yükselttiği bir olgudur. Temelinde de yaşamımızın her alanına sahip olması gereken ''ahlak'' yatar.Adalet, vicdan, sorumluluk, hoşgörü, saygı ve en önemlisi sevgi varsa, akla mantığa yatmayan duyarlılık konuşamaz.
Şimdi nasıl desem nereden başlasam bilemedim. Bu ara yine kılıçlar çekildi blogta ya da bana mı öyle geliyor acaba…
Bala arkadaşımın dediği gibi; ama toplumsal bir olguda büyüyüp yaşadığımızdan, ama inanç ve geleneklerimizden dolayı harmanlanır kişiliğimizdeki puzzle parçaları.
Hassasiyetlerimiz de kişiye göre farklıdır, tıpkı yaşadığımız duygularımızı ifade etme şekillerimizde olduğu gibi. Bazen düşündüğümüzle söylemek istediğimiz, söylediğimizi sandığımızla söylediğimiz bir olmaz. Tıpkı karşımızdakinin duymak istediğiyle duyduğunun ya da anlamak istediğinle anladığının ya da anladım sandığıyla anladığının arasında fark olduğu gibi. Ben iletişimdeki sıkıntılardan diye düşünüyorum. Okuduğumuz ya da duyduğumuz şeyleri önce kendi belleğimize yolluyoruz değil mi? Sonra kendi belleğimizde var olan kalıplarla da yorumluyoruz. İşte detaylarda ve kalıplarımızda boğuluyoruz aslında ve bence sıkıntı da buradan çıkıyor. Sözlü iletişimlerde hele hele de yüz yüzeyseniz beden dilimizin bize sunduğu kopyalar bir nebze daha kolaylaştırıyor anlatabilmeyi ve anlayabilmeyi.
Dinlemek sabır ve anlama isteği içerir. Hoşgörüyle harmanlayıp empatiyle yoğurduğumuzda belki daha farklı olur hı ne dersiniz. Çünkü acı da, mutluluk da her dilde aynı.