Tanrıların Marabaları :)
20 Ağustos 2015, 10.16 A- A+Delilikle dahilik arasında çok ince bir çizgi olduğu bilinir. Bunun gözlemsel kanıtları olduğu gibi, bilimsel kanıtları da varmış. “Dünyaca meşhur yaratıcı zeka sahibi bazı müzisyenlerin, filozofların hayatlarının bir noktasında delirdiğini ve bunun da yaratıcı zekanın getirdiği akıl hastalığına meyilli gen varyantlarıyla alakalandırıldığını” söylüyor kaynaklar. Detaylandırıp sıkıcı olacak değilim, merak eden okuyup öğrensin.
Deha olmanın düsturu, elbette söylenmemiş bir şeyi söylemek, daha önce hiç görülmemiş bir vakayı gün yüzüne çıkarmak, dünyada hiç rastlanmamış bir şeyi vücuda getirmektir. Fakat söylemle alakalı kısmını dehalar yapabildiği gibi, deliler de pek rahat başarırlar. Bu yüzden, ben delileri de can kulağıyla dinlerim :) Her zaman delilere gereken önemin verilmesi taraftarıyım :) Neticede; benim için söylemin veya eylemin sıradan olmaması ilgimi çekmesi için yeterlidir. Onların söylevlerine genel olarak yakıştırılan sıfat “beyin suyuna çorba kıvamı” bile olsa, tabirin içinde geçen “beyin” kelimesi düşünsel bir aktiviteye işaret ettiği için ilgime haiz olacaktır illa ki :) Nihayetinde “normallik ve sıradanlıktan daha sıkıcı hiçbir şey yoktur” diye düşünüyorum.
Zaten sonuçta “normal” diye tabir edilen şey çoğunluğun benimsediği bir durumdur. Ama çoğunluğun bugün doğrusunun, yarın için de mutlak doğruyu gösterdiği gibi bir çıkarsama yapmak yanıltıcı olur sanıyorum. İleride, azınlığın anormalitesinin doğru olduğu gerçeğiyle de karşılaşabilme ve artık onu normal sayma olasılığımız kuvvetle muhtemel çünkü.
Filozofların, bilim adamlarının, bir zaman söylediği şeylere istinaden şarlatan veya deli ilan edilmesi ama zaman içerisinde söylediklerinin gerçekliğinin bilim ve felsefede kabul görmesi bu yüzden değil midir, bir paranoid şizofrenin hezeyanının ileride bilimsel olarak ıspatlanmış bir gerçek haline gelemeyeceğini bana kim söyleyebilir? Belki Pisagor’dan, Galileo’den önce biri çıkıp "dünya yuvarlaktır" demiş ve bu yüzden de delilik payesiyle şereflendirilmiştir. İşte tam da bu değişkenlik yüzünden, bilim dediğimiz şey tek başına bir şey ifade edemiyor, özellikle insan aklının ve bilginin yetmediği konularda.
Bilgi ve aklı göklere mi çıkarıyoruz, ancak güncelde bilebildiğimiz kadarız, hepsi o… Plüton gezegeninin tescilli bir gezegen olduğu gerçeği, aniden ortaya çıkan bir Eris keşfiyle tepetaklak olma noktasına gelip -sonra direkten dönmüş olsa da- aklımıza bir “acaba” yerleştirmiyor mu? Daha düne kadar şifa olsun diye lüp’lettiğimiz x ilacın, bilimin ilerlemesiyle esasında zararlı olduğu tespiti, benim şahsen bilime şüpheyle yaklaşmama yeterli oluyor. Bu yüzden sırtımı bilime asla dönmesem de, ilmin ne denli önemli olduğuna bir kez daha inanıyorum.
Saraçoğlu’nu bilirsiniz. İlim ve bilimin beraber yürümesi, ikisine de aynı oranda değer verilmesi gereğini çokça dillendirir. İlmin önemine vurgu yapan çok güzel bir örneğini dinlemiştim. Bal arılarının kovanına giren bir eşek arısı, hemen bal arıları tarafından kuşatılıyormuş. Eşek arılarının dayanabileceği en yüksek sıcaklık 45 dereceymiş. Bal arıları, etrafını sarıp eşek arısını bu sıcaklığa getirene kadar bırakmıyor ve onun kovana zarar vermesini önlemek için bu şekilde, yani ısıtarak öldürüyorlarmış. Buraya kadar tamam da işin en acayip noktası; bal arılarının bu savunma sırasında vücut ısılarının 45 dereceye kadar yükselmesi ve hayatta kalmak için dayanabilecekleri maksimum sıcaklığın da 45,5 derece olması, yani “ölüme 5 var” düşünün…
Böyle akıl almaz ve adeta ince ince işlenmiş bir dengenin varlığını bilim adamlarının açıklayabilmesi, en azından hal-i hazırda mümkün müdür? Doğanın eşsiz dengesini, Allah'ın şifa olarak gösterdiği bitkileri, aynı zamanda da örneğin yarattığı zehirli bir mantarla dikkatli olmamız gerektiği uyarısını; bilim adamları, materyalist ateistler, bilinemezci agnostikler veya septik türevli deistler açıklasınlar bakalım açıklayabilirlerse… Bu arada sanılmasın ki sorgusuz sualsiz, emeksiz, ekmeksiz “bak burada söylenmişi var” kabilinden ilmin hazırına konan teistleri göklere çıkarıyorum. Hiç öyle değil. İlmi kavramak için de akıl ve sorgulama koşul-şarttır benim için.
İnsan denilen varlık hem kendini, hem aklını çok önemsiyor. Tam- kapasite çalışmayan beyniyle üstelik… İlme sırtını dönmüş akıl yaya kalır, materyalist akıl ve bilgi hükümranlığı zaman değişkenine göre biçimlenir çünkü. Bir insanın deli olmasıyla dahi olması arasındaki milimetrik farkı düşünürsek, çaresizliğimizin farkına varabilmemiz pek zor değil. Ve bizim böyle bir durumu değiştirebilme gibi bir şansımız yok, en azından şu an yok. Biz böyle “onu bulalım, bunu bulalım” diye tırmalarken, şu yukarıda vermiş olduğum arı örneğini iyice bir sindirelim, sindirelim ki, ister deha olalım, ister deli; insanoğlunun, zihinsel kapasite manasında, esasında ne kadar da küçücük bir şey olduğunun idrakine varabilelim. Ne demiş Montaigne: daha bir sineği bile yaratmaktan acizler, kendilerine bir yığın tanrı icat etmekteler! Eh be birader; bu pamuk ipliğine bağlı, kısıtlı akılla mı ilmi reddediyorsun sen, şu biçare aklınla ve bilginle mi küçümsüyorsun yaradanı?
Sözün özü; akıl ve bilgi stabil kavramlar değillerdir bence ve bu kadar oynak bir zemini temele oturtup katı bir materyalizmi savunmak, bunu dünya görüşü olarak benimsemek, bilimi önceleyip ilme sırtını dönmek “düşünememekle” eşdeğerdir, inandığını yani aklı daha en baştan inkar etmektir.
Hürmetler…
YORUMLAR
"Dahiliği kotaramayıp deliliğe geçme MANTIĞI" ne demek Xkurpiyer? Yani insanlar bir mantık dahilinde mi deliriyor, "lan deha olamadım, bari deli olayım" gibi bi şey mi? :) Türkçe yazdım ondan sığ buldun belki :) Bu tip yazıların basit anlatıma sahip olması gerektiğini düşünüyorum ben. Yani derdimi anlatayım, her okuyan dediğimi anlasın yeterli, sana da tavsiye ederim :)
Kulbar; profilinizde yazmış olduğunuz mesleğin icracısıysanız şayet, sizi çok bilim karşıtı gördüğümü söyleyebilirim, şaşırdım biraz :) Verdiğiniz tavuk örneği, bilim verilerinin yüzde yüz doğruyu göstermediğini kanıtlıyor tabii. Ama istatistiği kullanmak zorundalar, sonuç olarak istatistik dediğimiz şey de en az sapma oranıyla gerçeğe yakın sonucu verir. İnsan beyninin sırrını çözebildiklerini bilmiyordum ben :) çözmüşler mi? Yüzde 10'unu kullanıyor olduğumuza inanmadığım gibi, tamamını kullanıyor olduğumuzu da düşünmüyorum ben. Bir beynin bütün aksamlarının :) çalışır durumda olması, tam-kapasite bir beyin gücüne sahip olunduğunun göstergesi değildir bana göre. Üstelik kullanılmayan şeylerin köreldiğini de biliriz :) Son cümlenizi hiç anlayamadım.
Cezbe ellerine sağlık..
Xkurpiyer; emeğin için teşekkür
ederim öncelikle. Kurduğun cümlenin altını doldurup hakkını vermişsin J Ama işin sadece
anlattığın boyutuyla haklısın yine de. İnsanın sosyal bir varlık olduğu
düşünüldüğünde; yalnızlaşmanın nedeni ister ruhsal bir bozukluk olsun, ister
deliliğe varmayan bir üstün zeka vakası fark etmiyor. Sonuçta kısır bir döngü bu
anlattığın, “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan” hikayesi hatta… Genetik
akıl hastalıkları var misal, konuya sadece bu boyutta bakarsan onları nasıl
açıklayacaksın peki? Delirmeye meyyal insanların, sosyal çevre faktörü
sıfırlandığında delirmeyecekleri gibi bir tezin mi var? Tabii ki şuna
katılırım; her insanın baş edebilme gücü farklıdır. Ama, bu hem hastalığın
şiddetine, hem de niteliğine bağlı olarak değişir. Yani sana bazı noktalarda
katılsam da, inisiyatifin sadece bireyin kendi elinde olduğu gibi bir saptamaya
katılmıyorum. “Üzerine yazacağım” dediğin tekerleme gibi olan konu J için başarılar
dilerim, merakımı mucip oldu vallahi şimdiden. Yazarsın inşallah, okuruz biz de
J
Zesus; anlamca bir sıkıntı
göremedim ben “haiz” kelimesinin kullanımında. Ama “nail olmak, mazhar olmak”
da kullanılabilirdi, belki daha şık dururdu.
Perpe J güzelmiş fıkra, biz Türkler
yalnızlıktan korkuyoruz, ondan oluyor bunlar J
Başımıza ne gelirse gelsin ama illa ki cemaat olarak gelsin .p
Şu eklediğim Selçuk Erdem
karikatürü, ben dahil hepimizin yazdıklarından daha anlamlı J Müthiş zeki insanlar
bu karikatüristler, kıskanıyorum J
Sadece taklitçiyiz biz, bazen iyi bir taklitçi, bazen de kötü…
Teşekkürler yorumlarınız için.