Ucu Islak Sigara Kerameti
29 Eylül 2015, 22.45 A- A+Tutmayınca, ki zaten, yakalamaç oynar gibi, tutmasa bile ben kendisini yakalayıp ayağından çekiştirdiğim zamanlarda, uyku, binbirgece masallarının binbirgece canlıları olup şekilden şekle girerek şahsımı “oyuna getirir” ve her defasında da kazanarak olası mağlubiyetten paçayı kurtarır.
Mesela;
Ya savaş olup kıtlık ve açlık çıkartır ideolojik bir gücün olumsuz getirilerinden biri gibi, ya geçmişten bir “iz” olup düşünceleri atıverir kucağına -ya veya ya da-…
Uykusuzluğum, bu sefer de, arıcılık işine atılmış canla başla hiç durmadan çalışıyordu. Çalışmasının verimli sonuçları ise, içi petek dolu kovanlardan görülebilirdi. Keza, kendim bir an oluyor yerde acılar içinde yatan saldırıya uğramış bir mağdur oluyorken bir an da geliyor ki işçi arıların başı, en keyfi yerinde olanı, kraliçe arı olup tahta geçiveriyordum. Zararsız oluyor ve bir öyle bir böyle şekilde sırası değişen görevimin tadını çıkarıyordum.
Uykusuzluğumun sebebi vücuduma cereyan eden başta ne olduğunu anlamadığım iğneleyici karıncalanmalar oldu. Envayi çeşit canlı kılığında hayat bulma yetisiyle sayın uyku, kulağımdaki “vızz” sesleriyle o anki atmosferin hakkından geliyordu, tek eksik o gibi… havayı bozmamak için devamında, bende baş dönmesi ile mide bulantısı süregeldi. Sesler, arıları anımsatmakla birlikte ben sanki o arılar tarafından saldırıya uğramış gibi yerde acılar içinde çırpınıyor ve nefes darlığıyla cebelleşiyordum. Gelmesi ihtimal dahilinde olan, doktorundan imdat isteyen bir hasta gibi öylece bekliyor ve bir an önce elime reçete tutuşturulmasını umuyordum. Böylece doktorum o gaipten türeyen arıları teşhisleriyle benden uzak tutmuş olacaktı; o yasak bu yasak, arıdan uzak dur buna yaklaşma...
Mağdurken işler çok zorlaşıyor ve ancak ipler benim elime tekrar geçince, yani kraliçe arının zerafetiyle hareketlenip mutfağa yöneldiğimde, her şey daha kolay ve yaşanması tatlı oluveriyordu kendiliğinden. Kraliçe arı olduğum vakit, tutkuyla görevimi icra etmek üzere ayaklanarak mutfağa yöneldim. İşçileri çalışmaya gönderdikten sonra seslerden ve iğnelerden uzak bir halde kahvemi içmeye koyuldum…
Şimdi arıları da tahtı da unutup kendim olmayı hatırlama zamanı gelmiştir. Nitekim kül tablasına yerleştirdiğim ıslak peçete, sigaranın ucuna değiyor ve biricik zevkimi elimden almaya yelteniyordu. Ucu ıslanmış yanmayan bir sigara içmek istemediğimden titiz davranmaya uğraştım... Mevcut konumuz “uyumama tutumu” adına gerekçelerimi gözden geçirmek gerekiyordu. Neden uyumak istemiyor ve sabah da erken kalkmak istemiyordum; nasıl bir canlı türüydüm ben? Biri sordu bunu, cevapsız bıraktım... Sanırım artık şimdi cevabını verebilirim:
Genelde, uyumamak için kızgınlık ve dolayısıyla beraberinde kırgınlıklarımı öne sürerdim kendime. Bunu açıklamaya sunum yapmak için detaylara girmem gerekiyor ama yapmayacağım onu şimdi. Zaten istesem de yapamayacağım: derimin altında taarruza geçmiş olan tahtakurularıyla savaşmam gerekecek. Beynimi yiyip düşünmeyi engelliyorlar; beni deriden yapılma koltuk gibi görüyorlar… Çaresiz kalıyorum, çünkü, sanki 30lu senelerin sonlarında hazırlanmış deri bir koltuk olup da bu böcekleri yok etmek için henüz üretilmemiş bir kimyasal ilaca ihtiyacım varmış gibi hissediyorum.
Asıl ve gerçek sebep veya sebepleri bulmak için kenarları kemirilmiş zorlayıcı beynimle uzaklara gitmeye gerek yoktu aslında. O gerçek kâh karşımda yanıp duran mum oluyor gözlerimin önünde ışık saçan, kâh başka şeyler... Şimdi o ışık tenimi aydınlatmaya uzanıyor…
Ben soğukkanlıymışım, hem de benzeri görülmemiş biçimde, çok fazla. Bana bunu en yakınlarımdan, kanımdan biri söylemişti ve zaman zaman da yineler... Haklılık payı üzerinde oldukça kafa yormuş ve kesin bir neticeye varmıştım, yani doğru söylüyordu kesinlikle. Sabahın erken saatinde yetişmem gereken bir sınava beni arabayla yetiştirmeye çalışırken, hızla düz yola devam ediyorken, sağ sapakta yokuşlu yoldan aniden önümüze fırlayıp son anda frenleyen araç burnumun dibinde durduğunda da gıkım çıkmamıştı. Sadece biraz şaşırdım, sonra rutin bir olay gibi karşıladım sonunda ölüm olabileceğini bile bile... Sınava yetişme telaşesi diye bir şey de yoktu yani, sakindim. En sık hatırladığım detaylardan biri bu, diğeri annemin düşük yapmasıydı; alaturka tuvalete acılar içinde yetişen annemi o halde izlerken, henüz olmamış o bez halindeki büzüşük kardeşim tuvaletin idraklı suyuna karışıvermişti mecburen ve kendiliğinden. Bir kayıp daha yaşanmadan akan kanı durdurmak için anneme yardımcı olmuştum daha o yaşlarda… yine sakindim ve olası şok halinden falan eser yoktu. Bunlar benim hatırladıklarımdan dramatik olanlardı. En trajedi kokanı dedemin öldüğü zamandı. Çok sevdiğim, birlikte hasta yatağında oyunlar oynadığım, nazik ve kısık sesinden bazı bazı masallar dinlediğim sevgili dedem, yerde beyazlar içinde yatarken o, ölünün ardından ağlama görevini çok sevgili kankam üstlenmişti. Çok az tanıdığı dedem için gözyaşı döken ilginç bir arkadaştı kendisi. Ya da ben, ne idüğü belirsiz bir duygusuz torundum! Evet, nihayet, nihayet bana yakıştırılan o itici sözcüğü bulduk... duygusuz olduğumu iddia edenler de oldu, kel alaka…
En sık hatırladıklarımdan sonra en sık hatırlatılan da şu oldu, bana araba sürmeyi öğretirlerken, o kadar bağırış çağırış ve itiraza rağmen etkilenmeden arabayı istop ettirmeyerek düzgün hareket ettirmem olmuştur. Ve hatta sürat yapmam da cabası olmuştu zaten. Hız tutkunu soğukkanlı şey!
Duygusuz olduğumu düşündüklerinden midir nedir, ağlatmak ve üzmek için çok çabalayanlar oldu, bunu özellikle arzulayanlar da. Hele ki bunu eski zamanlarımdaki o zamanların özel insanları yapınca çok ağır gelmişti, yediremiyordum. Fütursuzca sözler eşliğinde gizlice ağladığım zamanlarım oldu onlar yüzünden veya onlardan bağımsız sebeplerden. O kadar ağlardım ki onların yanında akıtacak gözyaşı bırakmazdım; onlara zırnık koklatmazdım. Yanımda kaza geçirip arabaların altında parçalara ayrılsalar, o derece kadar ağlamazdım. Niye, ben eksik mi doğmuştum ki gözlerimin ihtiyacı olan işlevini istediğimde gerçekleştiremiyordum, yo hayır, gayet de sağlıklı ve tam bir bebektim!…
Yanlarında ağlayacaktım da ne olacaktı hem? Gözyaşımı silen romantik çocuk beni birgün ağlatmayacak mıydı sanki. Ağladığımı gören, hiç mi üzmeyecekti beni. Mutsuzluğuma tanık olan kişi hiç mi mutsuz etmeyecekti bilerek veya bilmeyerek…
Asil durmak, aciz bir zavallı gibi görünmemek adına bir gayem yoktu biliyordum. Ben yalnız bir çocuktum, yalnız ve iradeli. Çelimsiz ama güçlü. Eksik kaldığı yanlarını geliştirendim… Bisiklet kullanmayı bilmiyordum ve öğrettikleri zaman, o kocaman bisikletle bahçeye yanlışlıkla uçurduklarında da yine kendi başıma ayağa kalkıp toparlanandım… güçlü ve iradeli olmayı kendi kendime öğrendim.
İnsan mı duvarlar mı diye tercih yapacak olduğumda, yinelediğim cevap yine değişmedi kendime! Cevabım duvarlardır. Cildi dökük, parfüm kokulu duvarlar; boyası dökük, küf kokulu insanlar görene kadar.
Şimdi ne yapacağım biliyor musunuz, klasik müzik dinliyorum palavrasını bir kenara bırakıp en damar arabesk parçaları açacağım ve yatağımın ucundaki açık pencereden soğuk esintiyle birlikte dinleyeceğim. Bu şekilde uyuyacak ve şarkıların tahtakurularından ancak geriye kalan kırıntılarıma zuhur etmelerine izin vereceğim... Yine arıların tekrar sokmasına ve seslerine aldırmadan en ilginç rüyalarımı görecek, gördüklerimi unutmamak için de, not etmeye can atmış halde kalkacağım yerimden. Gün içerisinde buluşup gezintiye çıktığım kişi veya birlikte yemek yediğim veya herhangi bir şekildeki kişi gevezelik ettiği zaman, o rüyamdaki, daha öncesinde gördüğüm, olayları hatırlayıp eğleneceğim içten içe. Gizlice, çaktırmadan. Eğlendiğim için ağlamamış olacağım. Onlar ağlatmaya çalışsalar bile... Yine durum değişmeyecek…
Sıradaki göreceğim rüya şöyle olacak; o ağlatmak isteyenleri kendi nazi kamplarıma sokacağım…
YORUMLAR