Dört Keder, Bir Yazar
19 Mayıs 2025, 10.01 A- A+
(H)İsli Bir Karga
Gök, her sabah aynı griyle başlar bana. Mavilik artık sadece bir hatıra, çoktan unutulmuş bir çocukluk masalı gibidir. Bir martının beyaz kanadında umut taşırken rüzgâr, ben rüzgârla yarışmayı değil, kendi gölgeme yenilmeyi öğrendim. Çünkü kim olduğumu anladığım an, dışlanmanın dilini de öğrendim.
Siyahın en keskinini taşırım tüylerimde, geceyle karıştırılırım, gündüzün ortasında…
Sabahın seherinde hiç görünmeyen bir yüzüm. Göğe değil, köhne çatılara konarım. Çünkü bana yükseklik değil, gerçeklik öğretildi. Rüya görmem pek; çünkü düş kurmak, beyaza gönül vermekle başlar. Oysa düşlerim bile is kokar, bir ocak karalığı taşır.
Ben bir çığlığım. Hiç duyulmayan, hep ertelenen… Uğursuzluğun simgesi oldum, sırf karanlıkla akraba sayıldığım için. Oysa sadece ölümü, haberi ve hatırayı omuzlayan sessiz bir neferim…
Kimi zaman, ölü bir ağacın çelimsiz dalına tünerim. O ağaçla konuşur, kökleriyle dertleşir, kuru kabuğunda kendimi dinlerim. Çünkü düşen yaprakları sayarak öğrendim yalnızlığın ne demek olduğunu. Her sonbaharda biraz daha susarım. Her yaprak düşüşü, hatırladığım bir vedadır.
Ve olur da, içimizden biri toprağa düşerse, kalanlarımız etrafını sarıp ağıt yakar. Görkemli ve kalabalık bir cenaze ayini başlar ve bir matem yükselir semaya, göğü siyaha boyar.
Ben unutmam. Yalnızca dostlarımı değil, üzerime taş atanların izini de saklarım. Hafızam, zamana dirençli bir yazıt gibidir; kırılmaz, silinmez. Gözlerimle değil, hafızamın karanlık kuyusundan bakarım insanlara. Bakışlarımda öfke yoktur, fakat unutulmamış bir hüküm saklıdır.
Bu hayatı yaşamak ne zor… Feryat etsen duyulmaz, uçsan görenin olmaz.
Zamanın dışına düşmüş bir harfim; bir cümlenin içinde yersiz, ama anlamı da tamamlayan. Herkes benden uzak durur, ama herkes bilir ki, bensiz tamamlanmaz gökyüzü.
Ve kimse bilmez…
Aynaya baktığımda yalnızca kendi siyahımı değil, herkesin kalbine gömdüğü karanlıkları da görürüm.
Adsız Bir Sokak Kedisi
Karga diyor ki, “Bu hayatı yaşamak ne zor…”.
Ama ondan da zor olanı, benim gibi bir sokak kedisi olmak. Ne tam yalnızım ne de bir yere aitim. Her kaldırım yüzümü tanır belki ama hiçbir taş beni sahiplenmez. Her pencerenin altından geçerim ama hiçbir cam açılmaz bana adımla seslenerek.
Zaten bir adım da yok ki. Bazıları “canım” der, bazıları “defol!” diye bağırır. Oysa ben sadece varım, ne fazla ne eksik. Var olmakla yok sayılmak arasında, tırnaklarımı betonlara geçirerek tutunurum hayata.
Toprağı yastık, geceyi yorgan bellerim. Karnım kimi zaman tok olur, kimi zaman aç. Ama içim hiç huzur bilmez. Açlık bir öğün sürer, korku ise hep yanı başımda bekler. İnsanlar ara sıra bir kap su bırakır, ara sıra bir tekme. Sevenin merhameti kadar, sevmeyenin öfkesi de can yakar.
Güneş doğarken gözlerimi kısarım. Çünkü aydınlık benim için sadece yaşamanın işaretidir, yaşamanın kendisi değil. Bir zamanlar peşinden koştuğum gölgeler vardı; şimdi hepsi, doyamadığım bir sabahın içine karıştı gitti.
Kimi zaman arabaların üstüne çıkar, uykuyu ararım. Kimi zaman çamurluğun altına, tekerleklerin gölgesine saklanırım. Yağmurun ince sızıntılarından kaçtığım da olur; ağaçlara tırmanıp serçelere sessiz bir selam yolladığım da... Çatı aralarında, kimsesizliğin ıssız sokaklarında dolaşır, ciğercinin kedisine, ev kedilerine usulca bakarım. Ben, Orhan Veli’nin şiirindeki sokak kedilerindenim; özgürlüğüne düşkün, başıboş bir bakışın kıyısında yaşayan… Kimsesizlik, içimde kurduğum, kimseye açmadığım bir ev gibidir.
Adım yok. Herkes bir şey diyor bana: “Sarman”, “kara bela”… ama kimse “kalan” demiyor. Oysa ben her sabah dönerim buraya. Sokak, gidenlerle doluysa da, ben hep buradayım.
Vedalarla konuşurum. Kuyruğumu kıvırırım, ama dünya dönmeye devam eder. Her veda, yürüyüşümü biraz daha yavaşlatır. Her kayıpta sesim biraz daha susar. Ama ben bilirim: Kaybetmek, sokakta öğrenilen ilk kelimedir.
Kapı aralıklarında umut toplarım kendime. Bir kap yemek değil aslında beklediğim; bir bakış, bir “sen de varsın” sesi… Çünkü sevgi, bu kaldırımlarda açlıktan bile nadir bulunur.
Yine de her sabah, aynı inadımla gezerim sokağı. Her gece, aynı yorgunlukla kıvrılırım bir köşeye. Çünkü mesele kedi olmak değil… Görülmeden yaşamak asıl zor olan.
Ve kimse bilmez…
İnsanların görmezden geldiği tüm kırgınlıkları, karanlıkta parlayan bir çift gözle ezberlemiş bir kediyim.
Kanadı Eksik Kumru
“Ne karganın karanlığı ne sokak kedisinin sitemi… Bendeki onulmaz bir yara…”
Hep iki gezilir bizde. Yalnızlığa eğilmez boynumuz, ama kimi zaman hayat eğdirir. O yüzden soran olursa, “nerede eşin?” diye, başımı başka yana çeviririm. Çünkü artık gölgem bile tek.
Bir kuş olmak kolay sanılır, hele bir de aşkın sembolüysen… Oysa ben, çatılarda titreyen tüylerimle öğreniyorum hayatta kalmanın ne demek olduğunu.
Uçmak dert değil, dönecek bir yuvanın olmaması canımı acıtır. Bir zamanlar birlikte tünediğimiz sokak lambası şimdi her gece daha parlak, ama daha soğuk. Eskiden ikimiz konardık, rüzgârda birbirimize yaslanırdık. Şimdi o rüzgâr sadece bana çarpar. Soğuk yalnızca bedenimi değil, hatıralarımı da üşütür.
İnsanlar bizi uğur sanır, camlarına konunca dilek tutarlar. Ama aynı eller, bir gün yuvamızı yıkar, bir gün artan ekmeği yere bırakır. Ne sevgileri tam ne nefretleri… Ama ben hâlâ aynı yerlerde döner dururum. Çünkü her dönüşümde, eşimi bir anlığına gördüğümü sanırım.
Sokaklar sesimizi bilir aslında. Bizim sesimiz, bir ağıttır. Tatlı sanılır, ama içinde eksik bir kalbin anlaşılmayan şarkısı vardır. “Guuk” edişimiz, kaybettiklerimize yazılmış bir mektuptur çoğu zaman.
Ben hâlâ çift yürür gibi yürürüm, hâlâ bir yanımı boş bırakırım. Alışkanlık değil bu, sadakatin ta kendisi. Kumru olmak, sadece tüy değil, yürek taşımaktır. Çünkü biz aşkı gagamızda değil, ömrümüzde taşırız.
Gün batınca bir çatı bulurum. Başımı tüylerimin altına saklarım. Uyuyamam çoğu zaman… Onun sessizliği gelir oturur yanıma. Ben susarım, o susar. İki sessizlik karşılıklı bakışırız bir süre.
Ve kimse bilmez…
Artık tek gezdiğim bu şehirde, hala bir çiftiymişim gibi beklerim.
Yüreği Ağır Serçe
“Karga ve kumruya lafım yok. Ama o sokak kedisi yok mu? Adı yok ama zalim pençeleri, keskin dişleri var…”
Küçüğüm. Ne gökte süzülen bir kartal kadar haşmetim var, ne de beyaz bir güvercin kadar merhamet uyandırırım. Uçarken değil, yere konarken fark edilirim çoğu zaman. Zaten fark edilmek de mesele değil artık. Yaşamak yetiyor.
Herkes “ne tatlı kuş” der, ama kimse elinden bir kırıntı atmaz. İnsanların camdan izlediği kuşlardanım. Çatı aralarında doğar, kaldırımlarda büyür, gökyüzüne arada bir dokunurum. Ama hep yeniden inerim toprağa; çünkü yerçekimi, yalnız büyükler için değil, küçükler için de zalimdir. Küçük olmak, yalnız bedenin değil, sözlerin, düşlerin ve düşüşlerin de hafife alınmasıdır.
Bir serçe, rüzgâra karşı değil; görünmezliğe karşı uçar. Gözden çok çabuk siliniriz biz. Sesimiz cıvıltı gibi gelir insanlara. Oysa çoğu zaman o ses, soğuktan uyuşmuş bir gagadan çıkan dua gibidir.
Çok şey istemem. Güneşte ısınacak bir oluk, bir damla su, bir iki kırıntı yeter. Ama her şeyden önce huzur isterim. Çünkü serçe olmak, gölgelerde yaşamak demektir. Kedinin gölgesinden, çocuğun ayakkabısından, bir martının aniden inişinden sakınarak...
Korkak sanırlar bizi. Ama biz korkuyla değil, tecrübeyle titreriz. Çünkü her çalının ardından bir tehlike, her iyi niyetin ardından bir oyun çıkmıştır zamanla.
Yine de her sabah öterim. Kimin için bilmiyorum ama öterim. Belki de kendime “hala buradayım” demek için. Belki de varlığımın tek kanıtı sestir çünkü. O da küçük ama inatla çıkan bir ses.
Gün bitince, yıkık bir duvarın çatlağına sığınırım. Rüzgâr tüylerimi karıştırır ama içimdeki düzeni bozamaz. Çünkü ben, savrulmayı öğrendim ama düşmeyi değil.
Ve kimse bilmez…
Buğday tanesi kadar bir yürek taşıyorum belki, ama bir yazar yüzünden ağırlığına katlananlardan biriyim.
Dört Keder, Bir Yazar
Gecenin en tenha vaktinde terastaki masasında yalnız... Önünde bir bardak rakı, karşısında suskun bir şehir…
Karga karanlıkla birlikte uçmuştu. Kedi, bir gölgenin koynunda kaybolmuştu. Kumru, çatıların en ıssız köşesine sinmişti. Serçe ise yıkık bir duvarın çatlağına çekilmişti. Ama kelimeleri masada kalmıştı; biraz kırık, biraz buruk…
Bir yudum aldı, anason tadı diline değil, geçmişine dokundu.
O kelimelerde; karga karanlığın diliyle dertleşti, kedi bakışlarını usulca avuçlarına bıraktı, kumru özlemini ince bir terennümle dillendirdi, serçe ise onun yüreğine sapladı mazisine dair sızılarını.
O mu? O dinledi, sessizce yüreğinde yer açtı hepsine. Ama ne garip... Hepsinin derdiyle onunki birbirine karıştı.
Bardaktaki buz eriyordu ağır ağır. Her eriyen damlada bir dert yutuluyor, bir cümle boğuluyordu.
Kendiyle içiyordu aslında, ama sesini kaybetmiş her canlının kadehini kaldırıyordu biraz da. Hem kendinin hem de onların suskunluğuna içiyordu.
Hisli bir kargayla, adsız bir sokak kedisiyle, çatı başı tek kanatlı bir kumruyla, yüreği ağır bir serçeyle bölüşülüyordu o tek kişilik rakı sofrası.
Ve kimse bilmez…
O gece tek başınalık, çok sesli bir yalnızlığa ve iç(len)işe dönüşmüştü.
Belki de en kalabalık masalar, bir yazarın sustuklarıyla kurulur.
Cihan Mürtezaoğlu - Bitsin Bu Delilik
YORUMLAR