Sosyâl Sorumluluk...
26 Mayıs 2013, 13.17 A- A+
Evet, tâze bir özürlü olarak bu da benim kişisel "sosyâl sorumluluk projem" olsun.. "Her sağlıklı insan bir engelli adayıdır" sözünü hatırlatarak olası durumlarda nelerle karşılaşabileceğinizi bilmeniz adına...
İlk defâ bir yazımdan sıkılma ihtimâlinizi göze alıyorum ama en başından belirtmek isterim ki bu konu bir şekilde hepimizi ilgilendiriyor.. En çok da "banane, bana bi'şey olmaz" diyenler dikkat etsin:
Yaklaşık dört-beş yıldır belimi bıkınımı büken bir hastalıkla cebelleşiyorum öyle ya da böyle.. An geldi üst üste iki gün halısaha maçı yapabilecek kadar dinç oldum ve sonra an geldi baygın hâlde âcil servis kapısında buldum kendimi.. Kan alına alına kevgire dönen kollar, serumlar, tahlîller, tetkikler... Önce gözümü korkuttuğundan çok daha fazla dolduran ve tüm bedenimi bir elbise gibi erken vedâ havasıyla sarmalayan bir kanser ihtimâli ve en sonunda kesin teşhis... O günden beri süre gelen ve ömrümün geneline yayılacak bir ilâç tedâvisi ve kontrol süreci...
Têcilimin bittiği dönemde "barışta askerlik yapamaz" ibâreli bir heyet raporu... Çoktan kışlanın yolunu tutan beynim ancak üç ay sonra terhis olabildi.. Tekrar bedenimle buluşmaları o kadar duygu doluydu ki sinirden dakîkalarca güldüm.. Derken dört bir yandan tavsiyeler gelmeye başladı.. Başın ağrıyınca vermidon, mîden karışınca talcid vermek üzere çantasını eczâ dolabına çeviren komşu teyzeler doktorun vermeyi akıl edemediği(!) önerilere boğuyordu insanı.. "Özürlü raporu" tamlaması o günlerde yerleşti aklıma.. Önceleri "çıkarcılık" olur diye uzak durduğum bir konuydu.. Ama hastalık beni öyle bir sallıyordu ki yasal bir hakkım olduğunu düşünmeye başladım.. Ve bir cesâret başvurumu yaptım.. Rencide etmemek üzere kurumların adını vermiyorum, ama buradan sonrası vicdan sâhibi insanların canını yakacaktır.. Uyardım farz edin..
Her ne kadar elimde ağır hasta olduğumu gösteren onlarca kağıt olsa da dışardan bakanlar için eli-ayağı yerinde, genç ve zinde bir adamdım.. Üzerime ilişen bakışlardan çok rahat hissedebiliyordum bunu.. Ve işin kötüsü "görünüşe göre" haklıydılar da.. İnsanları aşağı görmek değil, aksine kendi hâlimden utanmaktı benimkisi.. Bu hisle sorup duruyordum kendime: Ben ne arıyorum burada?? İnsanların kimisinin gözü görmeden, kimisinin koltuk değneğiyle, kimisinin tekerlekli sandalyeyle ve hattâ kimisinin de sedyeyle bekletildiği sırada ben iki ayağımın üstünde duruyordum.. Sağlam görünen bütün uzuvlarımı saklamak istediğim, görünmez kılmayı arzuladığım bir andı o an.. İçin için hâlime şükrediyordum.. Ve her kim ki içinizde eften püften sebeplerle isyan şarkıları dillendiriyorsa ,büyük hastânelerin sağlık kurullarına gidip sâdece kapının çevresinde bekleşen insancıkları izlesin.. Yemin ederim ki içinizde çocuk koroları neşeli şarkılar söyler, isyâna mâil diliniz tutulup kalır..
Ve insanlar çeşitli işlemler için sıra beklerken; yaşlılara, özürlülere ve gâzilere öncelik tanınmasının gerektiğine dâir yazılar vardır her duvarda.. Ama gözler görse de vicdanlar körelip perde diye inebiliyormuş o gözlerin önüne.. Tekerlekli sandalyesinde bîtap duran doksan yaşındaki nineye, yüzde doksan sekiz oranında vücut fonksiyon kaybı olup da raporunu yeniletmeye gelen amcaya "e biz de hastayız" denerek öncelik verilmeyen bir sıradan bahsediyorum.. Sonra kurula girmek için yatırdığımız ve "oran yüzde kırk ve üzeri çıkarsa geri alacaksınız" denen ücretin üstüne yatan bir veznenin önündeki sıradan... Ve öyle bir sistem kurulmuş ki yaşıtları yürüyüp koşarken kendisi daha emekleyemeyen bir yaşındaki bebek annesinin kucağında, bir gerizekâlının bile görebileceği üzere belinden aşağısında en ufak bir tepki ve hayat belirtisinin olmamasını kanıtlamak için bekliyor.. Buna karşın; yüzde 35 gözüken raporunu yüzde 40'a yuvarlatmak ve ben gibi orada saatler harcayan çoğu kişinin hakkını gaspetmek için kırk takla atan bir "arkası sağlam" büyük hürmetle karşılanıyor..
"Evrak kayıt" bürosu içten içe eğlendiğim ve bir skeci canlı canlı yaşadığım tek yerdi belki hastânede.. Hani genelde masabaşı çalışacak eleman ararken "on parmak bilgisayar kullanan" gibi bir özellik aranır ya... O birimde görevli kişi, önünde uzayıp giden kuyruğa aldırmaksızın tek bir parmakla harfleri klavye üzerinde arayarak yazıyordu bilgileri.. Ha bir de... İsmini bilmediğim ve bir daha belki de hiç rast gelmeyeceğim onlarca yoldaşım olmuştu o gün.. Aynı sıraların çilesini çektiğimiz... "Nörolojide çok kuyruk var, kbb boşmuş, dâhiliyede az sıra var, göz çok çabuk hâlloluyor, psikiyatri üçer beşer alıyor, soran olursa ben sizin bi' sıra arkanızdayım, size kaç doktor yazmışlar, bize dışarı sevk verdiler.." Tanımadığınız insanlarla dert ortağı olduğunuz bir ortam... Sizin hastalığınızla ilgilenen tek bir birim olsa da en az beş-altı servis geziyorsunuz, neden olduğunu bilmeden.. Servis sayısı arttıkça muayene ücreti de katlanıyor.. Psikiyatriye gidiyorsunuz; ayfon'uyla oynayan doktor ne girdiğinizi ne de selâm verdiğinizi duymuyor.. Sizin varlığınızı fark etmesi beş dakîkaysa sizle ilgili yaptığı muâyene en fazla bir dakîka.. Çaldığınız ve açtığınız her kapıda siniriniz, dişlerini sıkmış bir insanın gülüşü olarak beliriyor yüzünüzde.. Sanki tüm sistem, sizi delirtmek ve oradan soluksuz kaçırtmak için tasarlanmış.. Ben ki psikolojik gerilim filmlerine bayılırım; yirmi yedi yıllık ömrüm boyunca, hastânede geçirdiğim o tek bir gün kadar etkileyici tek bir film hatırlamıyorum.. Tam gün ayakta mesâi yaparcasına noktaladığım o günün sonunda elime geçen tek şey "burada senin uzmanın yok" denerek verilen sevk kâğıdı oluyordu..
Bir başka büyük hastânenin kapısındaydım iki gün sonra.. Muâyene sırası beklerken duvarlardaki yazılar dikkatimi çekti; sağlık çalışanlarına uygulanan fiziksel ve psikolojik şiddet konu ediliyordu.. Değil el kaldırmak, bir doktoru tehdit ya da küfür bile etseniz o hastânede belli bir süre yalnızca âcil durumunuz olunca bakılacakmışsınız.. "E güzel" dedim içimden, caydırıcı olabilecek bir önlemdi bence.. Ve derken sıram geldi.. Durumumu anlatıp gerekli kâğıtları teslim ettim doktor hanıma.. Yıllar önce konulan ama hiç ilgilenilmeyen "gastrit" teşhisimle ilgili soru sorma çabam "herkeste var o" gibi ters ve küstahça bir cevapla karşılanıyordu.. Birkaç bilgi edinme girişimim daha, nerdeyse azarlanır gibi sonuçsuz kalırken "eli mahkûm" olma hissi beni zor zaptediyordu.. O an, duvarda gördüğüm îlân geldi aklıma: Peki ya bâzı doktorların hastalarına uyguladığı bu psikolojik şiddetin hesâbını kim kimden nasıl soracaktı?? Sözde "hasta hakları" bir yerlerde yazılı olan ama aslâ okunmayan önemsiz cümlecikler olarak sırrını koruyordu yine.. Bunca sinir harbinin bana göre tek özeti dilimden düşmeyen "yâ sabır" olmuştu.. Yüzde kırk oran gösteren belgelerimle ayrıldım oradan, tekrar sağlık kuruluna başvurduğum hastâneye gidip teslim ettim.. On gün sonra raporun çıkacağını öğrenmem tüm çabama değeceğini düşündürmüştü doğrusu.. Çünkü hemen her gün haberlerde özürlülerle ilgili haklardan ve iyileştirmelerden bahsedilip duruyordu.. "Devlet bana sâhip çıkacak" düşüncesi iyiden iyiye sinir ve stresimi huzûra dönüştürüyordu.. Tâ ki...
Aksilik kanıma bulaşmıştı bir kere ve her işimde en az bir aksilik muhakkak oluyordu.. Aldığım raporla ücretsiz seyahât kartı almaya gittiğimde minicik bir yazı eksiği başıma dert oldu.. Tekrar hastâneye dönüp bu yanlışı da gidermek zorunda kaldım.. Yurt genelinde geçeri olacak kartın başvurusunu yapmak üzere şehrin ücrâ bir köşesine yollandım bir sonraki gün.. "Başlamışken bitsin" diyerek 2022 sayılı yasanın bizlere sunduğu hakları edinmek üzere yaşadığım ilçenin kaymakamlığına gittiğimde "kara mizah" deyimi beş boyutlu bir resim olarak karşımda duruyordu.. Evde kişi başına düşen gelirin 120 lirayı geçmesi hâlinde, hakkınız olan özürlü maaşını alamayacağınız söyleniyordu zîrâ.. Aslında 119 lira 60 kuruşmuş sınır; mêmurlar insaflı davranıp 120'ye yuvarlıyorlarmış.. Aman ne büyük lütuf(!), değil mi?? Düz mantık kurmak gerekirse; sokakta yaşayacaksınız ki çevrenizde gelirinden size pay çıkarılacak hiçkimse olmasın ve geliriniz de belirtilen sınırın altında kalsın.. Eğer ölmez de sağ kalırsanız ve o pasaklı hâlinizle sizi devlet kapısına kabûl ederlerse başvurursunuz.. Bir özürlü olarak, priminin devlet tarafından karşılanacağı söylenen sigortanızı yaptırmak isterseniz; sıradan bir "genel sağlık sigortası" prosedürüyle selâmlıyor bürokrasi sizi.. Hadi ben kendimden geçtim de benim gibi kendi işine koşturamayacak insanlara yazık değil mi?? Bir vekil 13 bin lira maaş alıp yedi sülâlesinin sağlık masraflarını ömür boyu devlete yüklüyorken halka lâyık görülen bu muâmele revâ mıdır??
Bu arada... 2022 sayılı söz konusu yasa 1979 yılına, yasadan yararlanabilmeyi neredeyse imkânsız hâle getiren yönetmeliklerse son birkaç yıla âit.. Yâni kimseler kızmasın bana, ama devletimiz görüldüğü üzere birçok konuda halkıyla eşek-havuç denklemi kurmuş durumda.. "Bu havuç senin hakkın, hadi al bakalım" diyorlar sırtımıza binip.. İlerlediğimizi düşünüyoruz her attığımız adımdan sonra, oysa aradaki mesâfe hep sâbit.. O yüzden ulaşmak imkânsız.. "Sosyâl devlet" başlığı altında belki uzun yıllardır masallar dinliyorsunuz ya uyanın artık, arkadaşlar.. Yok öyle bi' dünyâ..
Ve ne yapın edin; sakın düşmeyin.. Düşerseniz de kaldıracak bir el beklemek yerine, ayaklar altında daha az bir süre çiğnenesiniz diye çabuk bir ölüm dileyin.. Benden söylemesi... Pek âdetim olmasa da bu konudan bahsedince aklıma gelen ve ne zaman okusam ya da duysam gönül telime mızrap vuran bir şiirle vedâ etmek istiyorum bu yazıya:
"Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun."
(Câhit Sıtkı Tarancı)
İlk defâ bir yazımdan sıkılma ihtimâlinizi göze alıyorum ama en başından belirtmek isterim ki bu konu bir şekilde hepimizi ilgilendiriyor.. En çok da "banane, bana bi'şey olmaz" diyenler dikkat etsin:
Yaklaşık dört-beş yıldır belimi bıkınımı büken bir hastalıkla cebelleşiyorum öyle ya da böyle.. An geldi üst üste iki gün halısaha maçı yapabilecek kadar dinç oldum ve sonra an geldi baygın hâlde âcil servis kapısında buldum kendimi.. Kan alına alına kevgire dönen kollar, serumlar, tahlîller, tetkikler... Önce gözümü korkuttuğundan çok daha fazla dolduran ve tüm bedenimi bir elbise gibi erken vedâ havasıyla sarmalayan bir kanser ihtimâli ve en sonunda kesin teşhis... O günden beri süre gelen ve ömrümün geneline yayılacak bir ilâç tedâvisi ve kontrol süreci...
Têcilimin bittiği dönemde "barışta askerlik yapamaz" ibâreli bir heyet raporu... Çoktan kışlanın yolunu tutan beynim ancak üç ay sonra terhis olabildi.. Tekrar bedenimle buluşmaları o kadar duygu doluydu ki sinirden dakîkalarca güldüm.. Derken dört bir yandan tavsiyeler gelmeye başladı.. Başın ağrıyınca vermidon, mîden karışınca talcid vermek üzere çantasını eczâ dolabına çeviren komşu teyzeler doktorun vermeyi akıl edemediği(!) önerilere boğuyordu insanı.. "Özürlü raporu" tamlaması o günlerde yerleşti aklıma.. Önceleri "çıkarcılık" olur diye uzak durduğum bir konuydu.. Ama hastalık beni öyle bir sallıyordu ki yasal bir hakkım olduğunu düşünmeye başladım.. Ve bir cesâret başvurumu yaptım.. Rencide etmemek üzere kurumların adını vermiyorum, ama buradan sonrası vicdan sâhibi insanların canını yakacaktır.. Uyardım farz edin..
Her ne kadar elimde ağır hasta olduğumu gösteren onlarca kağıt olsa da dışardan bakanlar için eli-ayağı yerinde, genç ve zinde bir adamdım.. Üzerime ilişen bakışlardan çok rahat hissedebiliyordum bunu.. Ve işin kötüsü "görünüşe göre" haklıydılar da.. İnsanları aşağı görmek değil, aksine kendi hâlimden utanmaktı benimkisi.. Bu hisle sorup duruyordum kendime: Ben ne arıyorum burada?? İnsanların kimisinin gözü görmeden, kimisinin koltuk değneğiyle, kimisinin tekerlekli sandalyeyle ve hattâ kimisinin de sedyeyle bekletildiği sırada ben iki ayağımın üstünde duruyordum.. Sağlam görünen bütün uzuvlarımı saklamak istediğim, görünmez kılmayı arzuladığım bir andı o an.. İçin için hâlime şükrediyordum.. Ve her kim ki içinizde eften püften sebeplerle isyan şarkıları dillendiriyorsa ,büyük hastânelerin sağlık kurullarına gidip sâdece kapının çevresinde bekleşen insancıkları izlesin.. Yemin ederim ki içinizde çocuk koroları neşeli şarkılar söyler, isyâna mâil diliniz tutulup kalır..
Ve insanlar çeşitli işlemler için sıra beklerken; yaşlılara, özürlülere ve gâzilere öncelik tanınmasının gerektiğine dâir yazılar vardır her duvarda.. Ama gözler görse de vicdanlar körelip perde diye inebiliyormuş o gözlerin önüne.. Tekerlekli sandalyesinde bîtap duran doksan yaşındaki nineye, yüzde doksan sekiz oranında vücut fonksiyon kaybı olup da raporunu yeniletmeye gelen amcaya "e biz de hastayız" denerek öncelik verilmeyen bir sıradan bahsediyorum.. Sonra kurula girmek için yatırdığımız ve "oran yüzde kırk ve üzeri çıkarsa geri alacaksınız" denen ücretin üstüne yatan bir veznenin önündeki sıradan... Ve öyle bir sistem kurulmuş ki yaşıtları yürüyüp koşarken kendisi daha emekleyemeyen bir yaşındaki bebek annesinin kucağında, bir gerizekâlının bile görebileceği üzere belinden aşağısında en ufak bir tepki ve hayat belirtisinin olmamasını kanıtlamak için bekliyor.. Buna karşın; yüzde 35 gözüken raporunu yüzde 40'a yuvarlatmak ve ben gibi orada saatler harcayan çoğu kişinin hakkını gaspetmek için kırk takla atan bir "arkası sağlam" büyük hürmetle karşılanıyor..
"Evrak kayıt" bürosu içten içe eğlendiğim ve bir skeci canlı canlı yaşadığım tek yerdi belki hastânede.. Hani genelde masabaşı çalışacak eleman ararken "on parmak bilgisayar kullanan" gibi bir özellik aranır ya... O birimde görevli kişi, önünde uzayıp giden kuyruğa aldırmaksızın tek bir parmakla harfleri klavye üzerinde arayarak yazıyordu bilgileri.. Ha bir de... İsmini bilmediğim ve bir daha belki de hiç rast gelmeyeceğim onlarca yoldaşım olmuştu o gün.. Aynı sıraların çilesini çektiğimiz... "Nörolojide çok kuyruk var, kbb boşmuş, dâhiliyede az sıra var, göz çok çabuk hâlloluyor, psikiyatri üçer beşer alıyor, soran olursa ben sizin bi' sıra arkanızdayım, size kaç doktor yazmışlar, bize dışarı sevk verdiler.." Tanımadığınız insanlarla dert ortağı olduğunuz bir ortam... Sizin hastalığınızla ilgilenen tek bir birim olsa da en az beş-altı servis geziyorsunuz, neden olduğunu bilmeden.. Servis sayısı arttıkça muayene ücreti de katlanıyor.. Psikiyatriye gidiyorsunuz; ayfon'uyla oynayan doktor ne girdiğinizi ne de selâm verdiğinizi duymuyor.. Sizin varlığınızı fark etmesi beş dakîkaysa sizle ilgili yaptığı muâyene en fazla bir dakîka.. Çaldığınız ve açtığınız her kapıda siniriniz, dişlerini sıkmış bir insanın gülüşü olarak beliriyor yüzünüzde.. Sanki tüm sistem, sizi delirtmek ve oradan soluksuz kaçırtmak için tasarlanmış.. Ben ki psikolojik gerilim filmlerine bayılırım; yirmi yedi yıllık ömrüm boyunca, hastânede geçirdiğim o tek bir gün kadar etkileyici tek bir film hatırlamıyorum.. Tam gün ayakta mesâi yaparcasına noktaladığım o günün sonunda elime geçen tek şey "burada senin uzmanın yok" denerek verilen sevk kâğıdı oluyordu..
Bir başka büyük hastânenin kapısındaydım iki gün sonra.. Muâyene sırası beklerken duvarlardaki yazılar dikkatimi çekti; sağlık çalışanlarına uygulanan fiziksel ve psikolojik şiddet konu ediliyordu.. Değil el kaldırmak, bir doktoru tehdit ya da küfür bile etseniz o hastânede belli bir süre yalnızca âcil durumunuz olunca bakılacakmışsınız.. "E güzel" dedim içimden, caydırıcı olabilecek bir önlemdi bence.. Ve derken sıram geldi.. Durumumu anlatıp gerekli kâğıtları teslim ettim doktor hanıma.. Yıllar önce konulan ama hiç ilgilenilmeyen "gastrit" teşhisimle ilgili soru sorma çabam "herkeste var o" gibi ters ve küstahça bir cevapla karşılanıyordu.. Birkaç bilgi edinme girişimim daha, nerdeyse azarlanır gibi sonuçsuz kalırken "eli mahkûm" olma hissi beni zor zaptediyordu.. O an, duvarda gördüğüm îlân geldi aklıma: Peki ya bâzı doktorların hastalarına uyguladığı bu psikolojik şiddetin hesâbını kim kimden nasıl soracaktı?? Sözde "hasta hakları" bir yerlerde yazılı olan ama aslâ okunmayan önemsiz cümlecikler olarak sırrını koruyordu yine.. Bunca sinir harbinin bana göre tek özeti dilimden düşmeyen "yâ sabır" olmuştu.. Yüzde kırk oran gösteren belgelerimle ayrıldım oradan, tekrar sağlık kuruluna başvurduğum hastâneye gidip teslim ettim.. On gün sonra raporun çıkacağını öğrenmem tüm çabama değeceğini düşündürmüştü doğrusu.. Çünkü hemen her gün haberlerde özürlülerle ilgili haklardan ve iyileştirmelerden bahsedilip duruyordu.. "Devlet bana sâhip çıkacak" düşüncesi iyiden iyiye sinir ve stresimi huzûra dönüştürüyordu.. Tâ ki...
Aksilik kanıma bulaşmıştı bir kere ve her işimde en az bir aksilik muhakkak oluyordu.. Aldığım raporla ücretsiz seyahât kartı almaya gittiğimde minicik bir yazı eksiği başıma dert oldu.. Tekrar hastâneye dönüp bu yanlışı da gidermek zorunda kaldım.. Yurt genelinde geçeri olacak kartın başvurusunu yapmak üzere şehrin ücrâ bir köşesine yollandım bir sonraki gün.. "Başlamışken bitsin" diyerek 2022 sayılı yasanın bizlere sunduğu hakları edinmek üzere yaşadığım ilçenin kaymakamlığına gittiğimde "kara mizah" deyimi beş boyutlu bir resim olarak karşımda duruyordu.. Evde kişi başına düşen gelirin 120 lirayı geçmesi hâlinde, hakkınız olan özürlü maaşını alamayacağınız söyleniyordu zîrâ.. Aslında 119 lira 60 kuruşmuş sınır; mêmurlar insaflı davranıp 120'ye yuvarlıyorlarmış.. Aman ne büyük lütuf(!), değil mi?? Düz mantık kurmak gerekirse; sokakta yaşayacaksınız ki çevrenizde gelirinden size pay çıkarılacak hiçkimse olmasın ve geliriniz de belirtilen sınırın altında kalsın.. Eğer ölmez de sağ kalırsanız ve o pasaklı hâlinizle sizi devlet kapısına kabûl ederlerse başvurursunuz.. Bir özürlü olarak, priminin devlet tarafından karşılanacağı söylenen sigortanızı yaptırmak isterseniz; sıradan bir "genel sağlık sigortası" prosedürüyle selâmlıyor bürokrasi sizi.. Hadi ben kendimden geçtim de benim gibi kendi işine koşturamayacak insanlara yazık değil mi?? Bir vekil 13 bin lira maaş alıp yedi sülâlesinin sağlık masraflarını ömür boyu devlete yüklüyorken halka lâyık görülen bu muâmele revâ mıdır??
Bu arada... 2022 sayılı söz konusu yasa 1979 yılına, yasadan yararlanabilmeyi neredeyse imkânsız hâle getiren yönetmeliklerse son birkaç yıla âit.. Yâni kimseler kızmasın bana, ama devletimiz görüldüğü üzere birçok konuda halkıyla eşek-havuç denklemi kurmuş durumda.. "Bu havuç senin hakkın, hadi al bakalım" diyorlar sırtımıza binip.. İlerlediğimizi düşünüyoruz her attığımız adımdan sonra, oysa aradaki mesâfe hep sâbit.. O yüzden ulaşmak imkânsız.. "Sosyâl devlet" başlığı altında belki uzun yıllardır masallar dinliyorsunuz ya uyanın artık, arkadaşlar.. Yok öyle bi' dünyâ..
Ve ne yapın edin; sakın düşmeyin.. Düşerseniz de kaldıracak bir el beklemek yerine, ayaklar altında daha az bir süre çiğnenesiniz diye çabuk bir ölüm dileyin.. Benden söylemesi... Pek âdetim olmasa da bu konudan bahsedince aklıma gelen ve ne zaman okusam ya da duysam gönül telime mızrap vuran bir şiirle vedâ etmek istiyorum bu yazıya:
"Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikâyet ölümden olsun."
(Câhit Sıtkı Tarancı)
YORUMLAR
Seni gerçekten acıtasyon yapıyorsun olarak görmedim ama şunu net bir şekilde ifade ediyorum.Seçilmiş kişi edasıyla boy gösterme gayretinde olduğun içerikte aşikar. Ve saygısızlıktaki son sınırdır benim için ''yazma, okuma ,'' gibi söylemler.Bunu daha öncede belirttim bugünde belirtiyorum.Acizliktir.
Paylaşım içeriğine , destek düşüncene tek bir laf etmedim.Safhını belli et dicek kadar seçilmiş kişi edasında olduğun hayali gruba taraftar dahil etmeye çalışmana da en küçük bir gönderme yapmadım.
Fikir beyan etmeyi yüzsüzlük olarak görmemi şahsınla ilişkilendiriyor ve blogda kişiye özel mürekkeb kullanmayacağımı açık açık söylüyorum.Küfrünüde , kısıtlamalarını da kendi dünyanda yaşa kendine yakıştırıyorsan.Ama blogda düşünceler , fikirler konuşulur .Bende konuşurum her daim.
Saygıyla kal.
Son bir şey daha..Yorum, "ellerinize sağlık"tan ibaret değildir..Beklentiniz buysa eğer, emin olun çok çıkacaktır o tür yorumlar..Okumuş, fikrinize karşıt bir görüş belirtmiş bir üyeye yaptığınız kabaca çıkış açıkçası beni bloglarınızdan soğuttu..Sürekli olumlu yorumlar almanız sizi memnun edecekse, buyrun tekrar tekrar yorumlarınızı okuyun.. Beymen ve benim yorumlarım hariç tabii...
Ha sakın bir özür ya da geri çekilme sanılmasın.. :) Haklı olduğum hiçbir dâvâdan geri dönmüyorum, ucunda bir ipin sallandığını görsem bile... Söylediğim her sözün ve yaptığım her eylemin yine arkasındayım.. Ve "n'olur n'olmaz" deyip listemdeki iki arkadaşımı silmek zorunda hissetmeyecek kadar güveniyorum kendime.. Bu inisiyatifi hem sevdiğim birer dostum hem de büyüğüm olarak kendilerine bırakmayı uygun buldum..
Artık büyük cümleler kurmuyorum, küçük hesaplara kurban gitmesinler diye.. Artık uzun satırlar dizmiyorum, kısa akılların menziline takılıp hükümleri düşmesin diye.. Bu sözlerim hiçbirinize.. Belki de "haklı"dan değil, "hatırlı"dan yana tavrını koyan herkese... Kim bilir?!
Dileyen paylaşacağım vedâmı okur, dileyen de bu cümlelerimle vedâlaşır.. "Kına yakma" topuna girmiyorum; zîrâ benim burada yazmayı bırakmamın kimseye faydası olmaz, yazmamın da zarârı olmadığı gibi..
Hak edene sunduğum saygıma binâen benim için "siz" olabilenlere Allah gönlüne göre versin, "sen" olanların da Allah müstahakkını versin.. :)
İyi geceler, daha doğrusu iyi sabahlar... "Gün doğmadan neler doğar" bilmem ama bu gece bende birşeylerin öleceği kesin.. Hoşçakalın...
OLUMSUZ EN UFAK BİR ELEŞTİRİYE AÇIK OLMAYAN YAZARIN BAŞKA BLOGLARDA YERSİZ ELEŞTİRİLER YAPMASI ÇOK İRONİK.
''BEĞENMİYORSAN OKUMA'' DERECESİNDE HEM DE. BU ELEŞTİRİ DE RAHATSIZ ETMİŞTİR ŞİMDİ SENİ, BEĞENMEDİYSEN OKUMAMIŞ GİBİ YAP :))
"Beğenmiyorsan okuma" bu kadar büyütülecek bir cümle değil aslında.. Küçük zihinlerdeki yansımasının büyük olmasını anlıyorum yine de.. Bir yazarı bir kez okursun, beğenmezsin.. En fazla ikinci kez okursun; yine senin beğenmediğin tarzda yazmışsa bir daha okumazsın.. Böyle senin beğendiğin gibi yazsın diye beklemezsin boşuna.. Mars'a ayak basıp yağmur duâsı etmek gibi birşey olur o beklenti.. Sendin sanırım, o komik olduğu düşünülsün diye zorlama esprilerle doldurulan ama insanı yalnızca acıma duygusu ve sinirden güldürebilen bir yazı yazan.. O yazıya getirilen olumsuz eleştirilere öncülük edişim belli ki pek can yakmış; acısı şimdi şimdi çıkmaya çalışıyor..
Ben yazdıklarıma eleştiriyi seve seve kabûl ederim.. Tek mesele fikirlerimin eleştirilmeye çalışılması.. Ne sen ne de bir başkası değiştiremeyeceğine göre... Bilen kişiyle bilmiş geçinen kişinin söyledikleri arasındaki nüansı çok iyi ayır edebiliyorum be sözlük yazarı kardeş..
Hazır birden çok kişi beni recmetmeye kalkışmışken birkaç taş da sen fırlatmak istedin demek ki.. Onların arkasına saklanacak kadar korkak olmamanı dilerdim.. E al işte, yazmayı süresiz bırakıyorum.. Önceki yorumda demediğimi sana demiş olayım, hâlen seni direkt bağlamayan bir tartışmanın külüne üfürdüğün için: Kına yakarsın kendine.. :)
Ha eğer benle uğraşmayı bir hobi hâline getirmeyi düşünüyorsan da sen bilirsin.. Kaybeden ben olmam.. İçerikle ilgili yazacak sözü olmayanlar daha burayı yorumlamasın.. Yazıma prim de yaptırmayın mâdem beğenmediniz.. Sizler yazıp beni cevap vermek zorunda bıraktıkça yazıya gelen yorum sayısı artıyor.. Dışardan gören biri "çok matah birşey olduğunu" zannetmesin sizin yüzünüzden.. Sıradan bir eleştiri yazısı yalnızca.. Değil mi??
Selâmetle... Hepiniz selâmetle...