Yıldızların Gecikmiş Işığı
22 Eylül 2025, 10.39 A- A+
“Yıldızlar…” dedi yaşlı adam, alnındaki derin çizgilerin arasından göğe bakarak. “Onlar, göğe çakılmış kandiller değil. Her biri, milyonlarca yıl önce yanmaya başlamış ateşten kürelerdir. Gözümüze düşen ışıklarıysa, kiminin hâlâ pırıl pırıl yanan varlığının bir işareti, kimininki ise çoktan sönmüş hayatından kalan izler, gecikmiş haberlerdir. Belki de şu anda parıldadığını sandığımız bir yıldız çoktan yok olmuştur, belki de bir diğeri henüz yeni doğuyordur. Öyle ki, her bakışımızda hem bir ölümün hem de bir doğumun gecikmiş ışığını aynı anda seyredebiliriz.”
…
Şehir, günün o uğursuz sabahında, sokaklarını insana değil, kadere açmış gibiydi. Daracık sokaklardan, evlerin duvar aralıklarından rutubet ve küf kokusu yükseliyor, pencerelerden sarkan yıpranmış perdeler, ölülerin kefenlerini hatırlatan beyaz bezler gibi hafif rüzgârda kımıldıyordu. İnsanlar, sanki görünmez bir emir almışçasına aynı yönde, aynı telaşla, aynı merakla meydanın kalbine akıyordu. Ayak sesleri birbirine karışıyor; her adım, yaklaşmakta olan uğursuzluğu davul gibi duyuruyordu. Bu uğursuzluk; senaryosu gerçek, oyuncuları gerçek, rolleri gerçek ve sonu mutlak bir ölümün tiyatrosuydu.
Kalabalık, bir sel gibi meydana ulaştığında, yüzlerindeki maskeler tek tek okunur hâle geldi. Bir ihtiyar, titreyen parmaklarını bastonuna dayamış, gözlerinde ömrün yorgunluğunu değil, ölümün seyrinden devşirilecek merakı taşıyordu. Yanında genç bir kadın, kucağında çocuğunu sıkıca kavramış, gözlerini kapamakla açmak arasında bocalıyordu. Çocuğun küçük elleri annesinin giysisine, sanki kendi hayatı o kumaşın ipliğine bağlanmış gibi, sımsıkı kenetlenmişti. Bir köşede, yüzünde günahkâr bir zevkin izleriyle gençler, sanki şenlikteymişçesine birbirleriyle fısıldaşıyorlardı. Kimileri dua ediyor, kimileri lanet savuruyor, kimileri yalnızca seyirci olmanın rahatlığına sığınıyordu. Hepsi farklı yüzlerde ama aynı içgüdüyle bir başkasının ölümünü kendi hayatlarının teminatı kılmak için buradaydı.
Meydana kurulan sehpanın ardında, duvarların karanlık gölgelerinde oturan papazlar ve onların da ardında görünmez yüzler vardı. Onların adları dillerde dolaşmaz, suretleri meydanda görünmezdi. Fakat herkes bilirdi ki, mahkûmun idam fermanı, onların altın yaldızlı mürekkebe batmış kalemlerinden sarkmıştı. Suçu neydi? Göğün sırlarını yere indirmek… Kandil sandıkları yıldızlara ateşten küre demek… Sessizliğe dil uzatıp, baltanın dilinden daha keskin sözler söylemekti. Taştan daha sert, baltadan daha keskin olan hüküm, gecenin karanlığında, yeryüzündeki kandiller altında yazılmış, sabahın ilk ışığıyla kanun diye okunmuştu yüzüne. Onlar, meydanda görünür değildi, fakat her bakışta, her titreyen dizde, her dua eden dudakta hissediliyordu.
Cellat ise meydana çıkışında kalabalığı susturan tek kişiydi. Heybetli ama ölçülü adımlarla sehpaya yaklaşırken, baltasını kolunun altında kutsal bir emanet gibi taşıyordu. O an, celladın yüzünde ne bir acıma ne de bir öfke okunabiliyordu; yalnızca kaçınılmazlığın ağır başlılığı. Ve sonra o baltayı taşın üzerine bıraktı.
Celladın baltasını taşın üzerine bırakmasıyla, papazlardan biri, sanki göğün kapısını aralamak istercesine gürültüyü bastıran, teatral bir sesle ilahi okumaya başladı. Sesi o kadar güçlüydü ki, havada asılı kalan toz zerreciklerini bile titretir gibiydi. Diğerleri de alçak sesle, boğuk bir uğultuyla ona eşlik ediyordu. Bu, bir ibadet anı değildi, kalabalığın duygularını harekete geçiren, onları bu idama ikna eden bir gösteriydi. Okudukları her kelime, kalabalığın içindeki korkuyu besliyor ve mahkûmun ruhunu değil, kalabalığın vicdanını susturmayı hedefliyordu. Sanki ilahi sözler, mahkûmun ve kalabalığın etrafında dönen, fiziksel bir güç kazanmış, mahkûmun kaçış yolunu kapatan bir kafes örüyordu.
Cellat efendi, ne olduğu belirsiz bir ressam edasıyla, baltasını ağırbaşlı bir şehvetle bilemekteydi. Sanki bir tabloya son fırça darbesini vuracak yahut kemanını kanla akort edecekmiş gibi… Her bir bileme hareketi, kalabalığın zihninde darbeyi büyütüyor; çelikten çıkan kıvılcımlar, mahkûmun ensesinde önceden yanıp sönüyordu. Seyirci, celladın her hareketine alkış tutarcasına uğuldamaktaydı. O uğultu, bin bir dilden söylenmiş “İyi ki ben değilim” nakaratının birbirine karışmış versiyonuydu.
Ve mahkûm… Sehpanın üstünde, bağlanmış dizlerinin titremesi tahtanın içine işliyor, ellerinin çaresizliği havada görünmez zincirlere dönüşüyordu. Gözlerini göğe kaldırmak istediğinde, bulutlar öyle ağır, öyle kapalıydı ki, sanki gökyüzü bir tabut kapağı gibi üzerine kapanmıştı. O anda kendi kalbinin sesi dışında hiçbir şeyi duyamaz olmuştu. Çarpan kalbi, kalabalığın uğultusunu bastırıyor; her atış, meydanda tek başına hüküm sürüyordu.
Meydan, iki kalp atışı arasındaki keskin boşlukta, uğultunun büyüyüp sessizliğe dönüştüğü bir âna kilitlendi. Çocukların mırıltıları sustu, kadınların solukları kesildi, ihtiyarların öksürüğü bile ertelendi. Zaman, görünmez bir el tarafından ağır bir perde gibi kalabalığın üzerine örtülmüştü.
Celladın kolu, göğe kaldırılmış bir direk gibi ağır ağır yükseldi. Baltanın keskin ağzı, havada görünmez bir çizgi gibi durdu. O çizginin ötesinde sessizlik, berisinde kalabalığın nefesi vardı. Ve o an, mahkûmun gözünden süzülen tek bir damla taşın üzerine düştü.
O damlanın içinde, doğumun ilk çığlığı, çocukluğun saf gülüşleri, gençliğin titrek hayalleri, gecelerin pişmanlıkla yoğrulmuş yalnızlığı bir araya gelmişti. Dünya, o damlanın dışına akamadı; zaman, o damlanın içinde sonsuzluğa kilitlendi. Damla taşın üzerine çarpıp dağıldığında, meydan bir anlığına durdu; nefesler kesildi, gözler yaşla doldu, kalplerin ritmi parçalandı. Ve o an, yıldızların gecikmiş ışığı gibi, çoktan sönmüş bir hayatın ışığı tüm meydanı sardı.


YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış :( Yazık ama blog sahibi senin yorumunu bekliyor olabilir